Her gün Boğaziçi Köprüsü’nden geçmeme rağmen yolun hemen kenarındaki o şahane yapının bulunduğu semte uzun süredir gitmiyordum. Evet, Beylerbeyi’nden bahsediyorum. Geçenlerde Metrobüs ile Kadıköy’e geçerken yine gözümü ayırmadan boğazın incisi Beylerbeyi Sarayı’nı seyre dalmıştım. Gözlerimi dört açıp acaba Saray’daki şu meşhur boğa heykelini de görür müyüm diye çabalamalarım yanımdaki yakışıklı delikanlının üzerine devrilene kadar sürse de nafile, uzaktan bu işin olamayacağını sonunda anladım. O zaman ben de yanımda biri olsun veya olmasın ilk fırsatta Beylerbeyi Sarayı’nı ziyaret etmeye karar verdim. Kadim dostum Seda Akbay beni bu ziyarette tabi ki yalnız bırakmayacağını söyleyince yaz mevsiminin matematiksel olarak son günü sabahı Yeniköy’de buluşup Beylerbeyi’ne doğru yola koyulduk.

 

İstanbul’un şaşırtıcı güzelliklerine tanık olmak ve Boğaz’ın atmosferini dolu-dolu yaşamak için Yeniköy’den Tarabya’ya kısa bir yürüyüş yapmak yeterlidir aslında. Ama her nedense benim yaptığım tüm yürüyüşlerin ve gezilerin akıbeti boğazla ilintili oluyor. Boğaz dediysem, ayrı bir medeniyet olarak addedilen bizim Boğaziçi değil, mideye giden boğaz benim söz ettiğim. Soğanlı/soğansız tartışmalarına dahil olmadan yenen menemenlerden sonra Yeniköy üzerinden Beykoz’a yöneliyoruz.

 

Boğaz’ın püfür püfür esintisi eşliğinde yalıları izleyerek Beykoz’a geçtikten sonra yaptığımız kısa gezinti ile eskiden oturduğum evdeki anılara da can suyu vermiş olduk. Beylerbeyi semtine doğru 15 numaralı otobüsle yol alırken Seda da bir yandan Paşabahçe ve Çubuklu’da geçen çocukluk anılarını anlatıyordu. Ağustos sıcağında anılara can suyu vermeye devam ederken gözlerimizin hafif nemlenmesi de bundan olsa gerekti.

Beylerbeyi’ne ulaşınca hayat bir anda yavaşlar. Sahil boyunca balık tutan insanlar ve çoğu salaş yan yana dizilmiş balık restoranları insanı bir anda 20 milyonluk mega kentin o kozmopolit hayatından çeker alır ve adeta çok daha sakin bir sahil kasabası hayatına götürür. Şehir içinde o yanlarından hızla geçip gittiğimiz ve sonradan suratlarını bile hatırlayamadığımız insanların yüzleri belirginleşmeye, kıyafetleri farklılaşmaya, yüzlerindeki umut ya da hüzünler daha bir anlam kazanmaya ve böylece de her birinin hikayesi tek-tek kendini ele vermeye başlar. Çay içtiğimiz restorandaki garsonun da anlattığı göç hikâyesini biraz hüzün ve biraz da hayretle dinledikten sonra semti gezmeye başlıyoruz.

 

Beylerbeyi’nde ilk yerleşimin Bizans döneminde başladığı tahmin ediliyor. II. Konstantin’in IV. yüzyılda yaptırdığı kilisenin kubbesinde altın bir haç varmış. Bu gösterişli haçtan dolayı da bölgeye Stavros (İstavroz) denirmiş. XVII. yüzyıla kadar bu isimle anılan bölge Rumeli Beylerbeyi (Vali) Mehmet Ali Paşa’nın denize dolgu olarak yaptırdığı yalı dolayısıyla Beylerbeyi diye anılmaya başlamış. Osmanlı döneminde daha çok sayfiye yeri olan Beylerbeyi Sarayı, set bahçeleri ile İstanbul’un güzide yerlerinden biri.

 

Tiyatro ve öykü yazarı Haldun Taner  burayı ‘Teşrifat meraklısı Beyzade takımının oturduğu kibar bir semt’ diye tanımlıyor. Biz de söz konusu beyzade takımını görür müyüz merakıyla sokaklarda dolaşmaya devam ediyoruz ama havanın sıcaklığından mıdır yoksa bizi görünce  sıvıştıklarından mıdır nedir çevrede pek beyzadeye rastlayamıyoruz. Esnaflar bile bulabildikleri gölgelere sığınmışlar. Sahilde, denizin hemen kıyısındaki Beylerbeyi Camisi (Hamid’i Evvel Camisi) mütevazi ve kibar görünümüyle bizi karşılıyor. Cami’nin serin avlusuna girmeden önünde duran bilgilendirme yazısından Cami’nin yapılış tarihini ve diğer bilgileri okuyoruz.

Hamid’i Evvel Camii 1778 yılında Sultan I. Abdülhamit tarafından mimar Tahir Ağa’ya yaptırılmış. Caminin içerisinde yer alan kalem işleri ve çiniler pencerelerden yansıyan ışıkla seyrine doyulmaz bir manzara ortaya çıkarıyor. Padişah deniz yoluyla Cami’ye gelir namazını kılıp arka kapıdan çıkar ve atına binip camiden ayrılırmış. Padişahın atına binmek için kullandığı tek parça granitten basamak şeklinde oyulmuş binek taşını hala kapının önünde görebilirsiniz.

 

Caminin hemen yanındaki ise bir muvakkithane bulunuyor. Eskiden namaz ve iftar vakitlerinin güneşe ve aya bakılarak hesaplandığı bu yer günümüzde kütüphane olarak kullanılıyor. Camiyi gezdikten sonra yazlık sarayımıza giriş yapıyoruz.

Saraya geldiğimizde bizi kibar, güler yüzlü bir hanım karşılıyor. Basın kartlarımıza bakıp ücretsiz olan biletlerimizi veriyor ve sesli rehber uygulamasını nasıl temin edeceğimizi anlatıyor.

Milli Saraylar’a bağlı olan Beylerbeyi Sarayı, Sultan Abdülaziz tarafından XIX. yüzyılda dönemin ünlü mimarı Sarkis Balyan’a yaptırılmış. Saray rafine bir zevkin ürünü 24 oda ve 6 salondan oluşuyor. Pazartesi ve perşembe günleri hariç ziyarete açık olan sarayda Sultan II. Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra hayatının son 6 yılında buraya kapatılmış ve sadece Kurban bayramlarında ailesiyle görüşmesine müsaade ediliyormuş.

Sarayın büyük bahçesinde, simetrik olarak yerleştirilmiş hayvan figürlü heykeller var. Heybetli manolya ağaçları ve zamanında Lübnan’dan getirilmiş olan Sedir ağaçları harikulade fotoğraflık görüntüler veriyor. Görüntüyü tek bozan şey o güzelim nilüferlerle dolu havuzun hemen kenarına kondurmuş oldukları çay bahçesi.

Bahçenin denize açılan kapısında bir deniz köşkü var malumunuz. Valide sultanlar (Padişahın anneleri) saltanat kayığı ile buraya yanaşır, deniz köşkünün hemen yanındaki muhteşem kapıdan saraya giriş yaparlarmış. Beylerbeyi Sarayı’nda bunların yanı sıra Mermer Köşk, Sarı Köşk ve saltanat atlarının barınağı olan Has Ahır Köşkü de bulunuyor. Setlerin altından Sultan II. Mahmut‘un yaptırdığı bir tünel geçiyor ve bu tünel Beylerbeyi’nden Üsküdar istikametine sahil yolundan rahatça geçmek için yaptırılmış.

Sarayın selamlık bölümü, yabancı devler misafirlerinin giriş yaptığı kapıdan geniş bir salona açılıyor. Odaları tek tek dolaşmaya başlıyoruz. ‘Dikkat resim çekmek yasak’ bakışı atan görevliler salonun ve kapının girişinde hazır bekliyor. Salonlar arasında geçiş birbirine bağlı uzun koridorlarla sağlanıyor ve koridorlarda sağlı sollu süslü aynalar ve dolaplar var.

 

Yerdeki halılar Hereke ve Uşak işi. Eskiden de böyle miymiş yoksa yeni dekorasyon mu bilemiyoruz. Bütün tavanlardaki avizeler Fransız Baccarat kristalinden. İngiliz, Fransız ve Osmanlı (İstanbul Haliç Tersanesi) yapımı saatler ile Çin, Japon, Fransız, Alman ve Türk (Yıldız porselen) işi vazolar Saray’ın oda ve salonlarını süslüyor.

 

Ortasındaki büyük havuzla dikkat çeken salonda Sultan Abdülaziz’in tunçtan heykeli bulunuyor. Sultan Abdülaziz, kendi heykelini yaptıran ilk Osmanlı Padişahı olarak da bilinir. Padişahın denize olan tutkusu dekorasyonda da kendini belli ediyor. Özel siparişle yaptırılan gemici halatı detaylı mobilyalar ve tavanda kullanılan her biri müthiş bir zevk ve zarafet ürünü diğer detaylar oldukça derin bir iç mimari bilgisi gösteriyor. Birçok detayda olduğu gibi tablolarda da sultanın izleri var. Sarayın dekorasyonunda kullanılan donanmaya ait resimlerin ve eskizlerin de sultan Abdülaziz tarafından yapıldığını öğreniyoruz. Beni en çok Sultan Abdülhamid’in yatak odası etkiliyor. Oda hüzün içeriyor ama pastel tonlardaki zevkli yatak konsolu ve mücevher dolabı sade görünümüne rağmen estetik açıdan çok çarpıcı. 22 numaralı mavi salon ise o heybetli mavi vazolarıyla ön plana çıkıyor.

 

Sarayı gezdikten sonra bahçeye bir daha göz atıp girişteki aslan heykelleriyle çekilmiş bizim de bir fotoğrafımız olsun istiyoruz. Saraydan çıktığımızda saatin 16:00 olduğunu ve acıktığımızı hissediyoruz. Huzur veren bu sahil şeridinden çok da uzaklaşmadan bir başka gizlenmiş cennete, Kuzguncuk’a doğru yol alıyoruz. Sahilde bulunan Hatice Ana’nın yerinde yaprak sarma ve mantı ile karnımızı doyurup semti turluyoruz.

Şair Can Yücel’in yaşadığı dönem sürekli gittiği Çınaraltı Kahvesi’ne uğrayıp semt sakini sevgili dostumuz Elif Karahan‘ı da çağırıyor, salaş bir kafeteryada ev yapımı limonatalarımızı yudumluyoruz. Semt esnafının hatırşinaslığı ve Zilli Naciye’nin oyunları (semtin aylak kedisi) eşliğinde yorgunluk atıyoruz. Bu sırada aramıza büyük üstat ve fahri İstanbul Beylerbeyi Hüseyin Avni katılıyor ve onun liderliğinde Mülkiyeliler Birliği Derneği’nde geceyi tamamlıyoruz.

 

ASİYE SAKLIM