Cem Cinol’dan :
Beyoğlu Belediyesi içindeki yapıların geçmişten günümüze dek bölgeleriyle birlikte, sosyo-politik, mimari ve kültürel değişimini görünür kılan interaktif bir bellek yaratma projesidir, uygulamaya çalıştığımız. Tarihin, muktedirlerce yazılan bir yanılsama olmasının karşısında, bireysel anılarımızdan ve yaşanmışlıklarımızdan yola çıkarak alternatif bir Beyoğlu tarihi yazımı oluşturmayı hedefliyoruz. Amacımız, büyük tarih yazınları kadar öznel ancak görece daha “taraflı” olan bireysel anılardan oluşan bir çeşit kollektif kentsel hafıza oluşturmak.
“Taksim’den Galatasaray’a, ardından Tünel’e kadar uzanan Cadde-i Kebir veya İstiklal Caddesi denen o büyük caddenin çevresini donatan bir sokaklar ve binalar yumağıdır bizim Beyoğlu dediğimiz mahalle. Aslında çok daha geniş bir alana yayılmış mahalleler topluluğuyla, Paris’te “Six-eme arrondıssement” (6. Bölge) diye bilinen Belediye biriminin kentin en mamur bölgesi olmasına öykünerek, özel olarak adlandırılmış olan, İstanbul’un meşhur 6. Belediyesidir Beyoğlu.
Neler vardan çok, neler yoktur demek en doğrusu olacak Beyoğlu için. Döneminin en varlıklı ailelerinin, sanatçılarının, başta Levantenler olmak üzere, Rum, Ermeni, İtalyan, Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Macar, kısacası tam deyimiyle otuz iki milletin iç içe yaşadığı bir ayrı dünyadır Beyoğlu.
Konutları, otelleri, pasajları, lokantaları, barları, gece kulüpleri, tiyatroları, sinemaları, café chantant’ları, pastaneleri, mağazaları, genel evleri, kiliseleri ve okullarıyla çılgın bir ressamla, dahi bir müzisyenin, yüz elli yılda, el ele yarattıkları müthiş bir senfonik cennet – cehennem tablosudur Beyoğlu.
Salah Birsel dostumun dediği gibi ‘ah Beyoğlu, vah Beyoğlu! Yandı bitti kül oldu’.
Geçmişte belki de dünyanın en zengin ve renkli yaşam alanı Beyoğlu bugün, bir açık hava mimarlık müzesi oluşturabilecek yapılarının, hoyrat ellerde, geri dönülemez bir biçimde tahrip edildiği, tiyatro ve sinema salonlarının, kitapçılarının kapandığı, lokanta ve barlarının tatlıcı, kebapçı ve lokumcuya dönüştüğü, kente dair bireysel ve kolektif belleğimizin silinmek istendiği, Arapça tabelaların duvarları istila ettiği, parfüm rüzgarları yerine ter kokularının estiği, kötünün iyiyi kovduğu ama her şeye rağmen ayakta kalmaya, son bir umut ve çabayla geçmişine tutunmaya çalışan bir alaca karanlık kuşağının öykü kahramanına dönüştü.
Bizden önceki kuşaklardan dinlediklerimize, kıyısından köşesinden de olsa, ulaşabildik biz. Beyoğlu’nun müthiş serüveninin güzel ve aydınlık bir bölümüne tanıklık ettik.
60’lı 70’li yıllarda tiyatrosundan sinemasına, lokantasından barına, pavyonundan randevu evine, kitapçısından pastanesine, mağazalarından terzilerine dek uzun soluklu sarhoşluğunu tadabildik Beyoğlu’nun.
Sanırım artık bize kalan, gördüklerimizi, tattıklarımızı, kokladıklarımızı, kısacası yaşadıklarımızı bir Beyoğlu öyküsü olarak derleyip, bizim kuşağımıza anımsatmak ve gelecek kuşakların toplumsal belleğine bir kayıt düşmeye çalışmak olacak.
Beyoğlu’nda 55 yıl geçirmiş, gündüzünü, gecesini ayrı yaşamış biri olarak ebedi sevgilime minnet borcumu ödemek zorundayım….