Rahmetli anneannemin sarı camdan bir tepsisi vardı. Tepsi sürekli anneannemin mavi büfesinde dururdu. Bir ara anneme verdi, sonra ne olduysa geri aldı.

Anneannem öldükten sonra maalesef o tepsi kayboldu ama hala üzerindeki resim gözümün önündedir: Sarı kum tepelerinden dağlar, uçsuz bucaksız bir çöl ve çölün üstünde giden develer… Develeri çeken mavi renkli sarıp sarmalanmış Bedeviler ve bir tane de yeşil palmiye ağacı.

Çocukken bu tepsiye bakar hayaller kurardık. Kuzenlerle toplaşıp bir asırlık bu yaşlı tepsinin sırrını çözmeye çalışır, üzerindeki resmin belki de içinde büyük bir gizem barındırdığını hayal eder ve hafif bir ürpertiyle birbirimize acaba tepsi bize bir şeyler mi söylemek istiyor diye sorardık. En çok da nereden geldiğini merak ederdik.

Bir gün anneannem beni tepsiye dalmış bakarken görüp yanıma geldi, tepsiye bakıp geçmiş günlere gitti ve usulca “üvey babamın yadigarıdır, çeyizime hediye etmişti,  ona da arkadaşı Fas’tan getirmiş” dedi. İşte o günden beridir Fas benim için çok büyük bir merak oldu. Mutlaka görmem gereken ülkeler içinde ilk sırayı yer aldı.

Hazır işsizken, Uğur ve Ahmet’e “yakında turunuz var mı?” diye sorduğumda saydıkları arasında Fas’ı da duyunca gözlerim ışıdı. Ahmet hala gidecekleri yerleri sayarken ben kararımı çoktan vermiştim bile. Hemen biletler alındı ve turun başlama tarihi sabırsızlıkla beklemeye başlandı. Tabi ki o gün gelene kadar Fas hakkında araştırmalar yapıldı. Derken o gün gelip çattı diyeceğim ama daha öncesi var…

Çok yoğun ve zevkli geçen, üstelik de benim naçizane rehberlik ettiğim bir Güney-Doğu Anadolu turu var ki, hem çok yorucu hem de çok zevkli geçmişti. Daha eve döneli 3 gün olmadan düşmüşüz Fas çöllerine… (O macerayı da bir ara yazacağım, o kadar zevkli ve maceralı geçti ki 8 sütuna manşet olur inanın)

Yani anlayacağınız kırmızı dantelli gri valiz hiç evde durmadı, hep gezdi. (Aslında valizimin maceralarını anlatsam bir gün size ne dersiniz?)

Ha unutmadan söyleyeyim ki, bu turda başıma tehlikeli hiçbir şey gelmedi. Ki artık tanıdınız beni. Turlarda başıma gelmeyen kalmıyor. En son Kars turunda buz tutmuş Çıldır gölüne batmış, Güneydoğu turunda Nemrut Dağı’nda karda kayarak düşmüş zavallı bileğimi incitmiştim. Kızlara çaktırmadan yampiri yampiri yürüyerek turu tamamlamıştım…

Neyse uzatmayalım. “Gelelim Fas’a” diyeceğim ki, bir şey daha var ki onu eklemeden olmaz. Turda tanıdığım tüm dostlara selam olsun. Kolay mı tam dokuz gün nazımı çektiler, arka beşli olarak yapmadığımız aktivite kalmadı sanırım.

Evet, şimdi gelelim Fas’a!.. Akdeniz’in, Sahra Çölü’nün, Atlas Okyanusu’nun ve Atlas Dağları’nın  çevrelediği  bir coğrafya. Her dilde Morocco diye bilinen bu ülkeye biz nedense Fas demişiz. (Bunun tarihsel açılımı çok uzun bir ara yazarım)

Ülke yönetimi krallık… Her yerde kralın fotoğrafı var. (Hatta çay içtiğimiz yerde bile resmi var) İnanmazsınız ama kral güneşlenirken bile resmi var. Gözlemlediğim kadarıyla halk, kralı çok seviyor. Hatta kralın elini öpmeyi bir şeref sayıyorlar. Kral dengeleri iyi sağlıyor, hem dindar hem de modern görüntü veriyor. Ülkede güvenlik had safhada… Otobüsle kralın sarayının önünden geçerken adım başı üç asker görüyorsunuz.

Ülkenin yemeklerine gelince, (bu konu beni çok ilgilendiriyor) bir kere her yemekte abartılı baharat var, baharatın başkenti diyebiliriz. Et olarak koyun ve kuzu, bol bol da tavuk var. Sadece bir yerde balık yedik. O da benim damak tadıma pek uymadı zaten. 2-3 gece birkaç kafadar gidip ciğer yedik. Fas’ta, Tajin denilen kendilerine özgü huni biçiminde toprak kapta yapılan yemekler sebzeli ve abartılı baharatlarla yapılıyor. Dışarıda yemek yediğimiz gecelerden birinde tezgahların birinde bir de ne görsek beğenirsiniz. Salyangoz! Müslüman mahallesinde salyangoz satmak tabiri buradan mı geliyor acaba…

Haaa bir de unutmadan, her yemeğin sonunda üstüne tarçın serpiştirilmiş portakal, muz ve elma geliyor…

Bir de nane çayları var ki, bir türlü alışamadım ama çay seremonilerine bayıldım. Bir de kitabeyi seng-i mezar gibi uzun, büyük şekerleri var ki, evlere şenlik. Ha bir de rehberimiz Uğur Aşgel’den öğrendiğime göre Faslılar yemeği elle yani üç parmaklarıyla yiyorlar. Çatal bıçakla yediklerinde huzursuz oluyorlarmış. Ama her yemekte istisnasız kişniş, safran, kimyon, çok güzel bir acı biber ve zencefil kullanıyorlar. Buraya kadar ‘Asiye gezdiğin gördüğün sende kalsın, ne yedin ne içtin sen onu anlat’ diyenler içindi. Şimdi gelelim geziye;

Birinci Gün:

Havaalanında Ahmet Faik Özbilge ile buluştuk. Valiz verme seremonisi bittikten sonra freeshop’tan yeterli takviye alıp yarısını uçağa binmeden tüketip yarısını da  uçağa sakladık. Maceralı geçen dört buçuk saatten sonra Kazablanka’ya ulaştık. Havaalanında bizi bekleyen Uğur’la birlikte otele gideceğiz ama durur muyum, mutlaka internet paketi alacağım. Yarı Arapça yarı İngilizce, İnci’nin yardımıyla paket alındı.

Uzatmayalım otele yerleşip “ver elini Fas geceleri” dedik ve Kazablanka’da bir gece kulübüne gittik. Yolda giderken grup biraz durgunlaşmıştı. Sanırım orada Kazablanka filmindeki o ünlü sahneyi hayal ediyorlardı o sırada. Bazıları kendilerini Ingrid Bergman’ın Sam’e “Play it once Sam, for old time sake” dedikten sonra “As time goes by”ı dinlerkenki yerine, bazıları da şarkıyı duyup piyano başına hışımla gelen Humphrey Bogart’ın yerine koyuyordu o sırada, herkesin geçmişten gelen bir Rick’i ya da Ilsa’sı var gibiydi sanki.

Hayallerde aşağıdaki link’teki piyano sahnesi, yollara koyulduk.

https://www.youtube.com/watch?v=9N5cRm9D6DA

Ancak Kazablanka’daki klüpler baya değişmiş. Bizim sipariş verirken Ahmet’in ekranlardaki şovlara olan konsantrasyonu burada hiç girmeyeceğim bir konu olarak kalsın. (Göz kırpmadan izledi)

İkinci Gün: Kazablanka-Marakeş

Sabah uyanır uyanmaz alınan kahvaltıdan sonra yola revan olduk. Kazablanka kazan biz kepçe dolaşalım dedik ama vakit dar. Sahil şeridini gezdik de (bu arada İnci’yle denize gireceğiz, okyanusta yüzeceğiz diye çok çabaladık ama olmadı) okyanusta yüzemedik. Sonra Ahmet ve Uğur bizi dünyanın en büyük ikinci camisi unvanına sahip Hassan II Cami’sine götürdüler. Benim gözüme gereksiz lüks görünen cami Fransız mimarlar tarafından yapılmış. Resimlerini ablama gösterdiğimde, “Aaa bunun şerefesi yok!” dedi. Şerefesi var ama bizdeki gibi değil. Çok büyük ve geniş bir avlusu var ve Atlas Okyanusu’na bakıyor. Bu arada turistler camiye giremiyor. Sadece avlusunu gezdik. Cami gezildikten sonra Marakeş’e doğru yol aldık… Benim hayran olduğum kırmızı şehir, dar sokakları, Musevi mahalleleri… Nereden anlatsam ki, bu şehir anlatılmaz yaşanır! Fas’ın eski başkenti Marakeş değişik kırmızı yapıları, dar sokakları ve Jemaa Meydanı ile bizi resmen büyüledi. Ben gözlerimi alamadım. Hatta meydan beni o kadar etkiledi ki, acıktığımı bile hissetmedim.

Öğle yemeğimizi ‘Palais Arabe Restaurant-Place Jamaa El Fnaa’da yedik. Fas’a ait etnik dekoratif ürünlerin süslediği mekânda tajin’e merhaba dedik. Konik kapaklı güveçte sunulan bol baharatlı yemeğe hayran kaldım. Tüm masaları dolaşarak ekmek bandırma usulünü denedim. Yemek öncesi gelen salata ve kuskus pek benim damak tadıma göre olmadığından, almadım bile ama Kazablanka biraları süperdi.

Yemek sonrası şehri dolaşmaya koyulduk. Şehrin dar sokakları ve çarşısına (souk deniliyor. Daha önce Beyrut’ta da çarşıya souk denildiğini öğrenmiştik) dar sokaklar gezildikten sonra Jemaa El Fna Meydanı’na gidildi. Meydan girişinde bulunan Marakeş’in en büyük camisi özelliğine sahip Koutubia (Kutubiye) Cami görüldü. Tuhaftır ki, sanki bizi bekliyormuşçasına sıkı bir yağmur başladı. Meydanı az dolaşabilseydim kendi adıma. Tuhaf meydanı gören bir kafetaryaya sığınıp tuhaf bir içecek isteyerek meydanı ve insanları inceledim. Meydanda yılan oynatıcılar, açıkta kelle-paça yapanlar, kına dövmesi yapanlar, faytonlar, panayır yeri gibi… Ha bir de resim çektiğinizde insanlar para istiyor, sakın denemeyin. Çöl diye gezdiğimiz yerler ise inanılmaz yeşil ve palmiyeler var. Palmiyelere zarar verene 100 Euro ceza yazıldığını söyledi, yerel rehberimiz Sait. Meydan gezildikten sonra otele gidip yemek ve duş sonrası ver elini Marakeş geceleri. Önce Jad Mahal ve unutulmaz danslar sonra grubun yarısı gittikten sonra başka bir mekân, Theatoro… Bu mekân bayağı tuzlu… Mekânda biraz takıldık. Derken gece yarısı oldu.  Otele yürüyerek bayağı uzun bir yolu kat ederek döndük. Ha unutmadan bir de gittiğimiz mekânda ruh çağırdık.

Üçüncü Gün: Marakeş

Sabah kahvaltıdan sonra “Jardin Majorelle”ni (Majorelle Bahçeleri) geziyoruz. Marakeş’in tam kalbinde, bin bir çeşit bitkiler arasında gizli kalmış bir vaha olan bu bahçeler, Fransız ressam Jacques Majorelle tarafından kendi arazisine dünyanın dört bir yanından getirdiği bitkilerle 40 yıllık bir emek ve tutkuyla oluşturulmuş. Bu bahçe ölümsüz bir aşkı temsil ediyor. (Nedense en güzel aşklar iki erkek arasında geçiyor!) Geniş bir arazide yer alan bahçede ‘Majorelle Mavisi’ yani koyu mavi bir renk hakim. Bahçede inanılmaz egzotik bitkiler bulunuyor. Bahçenin her tarafında selfie çeken turiste rastlayabilirsiniz.

Öğle yemeğinden sonra Marakeş Medinasına (“Medina” şehir demek) hareket ve Marakeş’in tarihi şehrine girişi sağlayan 19 adet giriş kapısından bir tanesi olan Bab Agnaou’a gidiyoruz. Burada bizim grup Argan mamulleri satan dükkânımsı ya da mağazamsı bir yere girip hem Argan alışverişi hem de Argan hakkında bilgileniyor ama kokuya olan hassaslığım nedeniyle dükkâna girmeyip şehirdeki dar sokaklara dalıyorum yine. Bilmediğim dar sokakları dolaşıp resimliyorum.

Sonra yerel rehberimiz biziSaadian Tombs” (Saadi Mezarları)’na götürüyor. Mezar dedikse kabristan değil, bildiğimiz saray gibi. Sonrasında Manera Bahçesi denilen dev havuzu geziyoruz. Burada da satıcılardan kurtulamıyoruz ve mecburi alış veriş yapıyoruz. Sonra yine Marakeş gezmesine devam. Bu şehir gez gez bitmez. Gezmek isteyenlere Medersa Ben Youssef (Bin Yusuf Medresesi) ve Palais el Badii (Badi Sarayı) tavsiye edilebilir. Meydanda verilen serbest zamanda İnci ve Hasan Balkan’la gidip sokak lezzetleri araştırıyoruz. Tabi ki yağmur eşliğinde muradımıza eriyoruz…

Akşam rehberlerimizin kibar jesti olarak dünyaca meşhur ‘Chez Ali’ gösterisini izleyemeye gidiyoruz. Burası şehir dışında, inanılmaz gereksiz lüks ve ihtişamlı bir yer. Her köşe başında yerel danslar eşliğinde yürüyoruz. Yenilen yemekten sonra meşhur atlı gösteri başlıyor. Ama biz tatsız bir olay yaşadık. Gösteri sırasında zavallı bir at yere yığıldı ve gösteri bitti. Sonradan öğrendik ki, at ayağı kalkmış. Geceyi öylece bitirdik…

 Dördüncü Gün: “Quarzazate” ve Dağda Geceleme

Öncelikle belirtmeliyim ki, burada muhteşem bir gece ve gün geçirdik. Sabah erkenden kahvaltıdan sonra yola koyulduk.

Yolda sis ve yağmur vardı. Dağlık dar yollardan geçtik. Quarzazate’a vardığımızda yakıcı bir güneş ve bambaşka bir dünya bizleri bekliyordu. ‘Ksar of Ait-Ben-Haddou’da yediğimiz maceralı öğle yemeği sonrası Atlas Dağları’nın eteklerinde yer alan ve  UNESCO Dünya Koruma Mirası’na dahil Ait Ben Haddou  isimli Berberi köyünü gezdik. Köyün dar ve taştan, kerpiçten, topraktan yapılı minik evleriyle kalesini gezdik ve de inanılmaz güzel kahvesini içtik. Grup gezerken biz kahve krizine girip minik bir evde Esma adlı güzel gözlü bir kızın yaptığı koyu Fas kahvesini içtik.

Daha sonra birçok filme mekân olmuş stüdyoları gezdik. Bu filmler arasında Babel (en çok etkilendiğim filmdir), The Mummy, Gladyatör, Kleopatra, Atlantis, Alexandre, Prince of Persia, Game of Thrones sayılabilir. Daha sonra şehir merkezine geldiğimizde jeeplerle dağları, tepeleri aşıp çölde geceleme için yola koyulduk. Her birimiz için ayrı ayrı macera olan yolculuktan sonra çölde geceleme başladı. Elektrik ve suyun kısıtlı olduğu, (“duş alacağım” diye tutturup buz gibi ve iplik gibi akan sudan sonra sabah duş almaya gözüm korktu desem…) oksijen ve eğlencenin bol olduğu gecelemede yıldızların altında şarkılar söylendi. Hayatımda uyuduğum ikinci kaliteli uykuydu, desem inanır mısınız?!. Ertesi gün kahvaltıdan sonra yola revan…

Beşinci Gün: Erfoud

Sabah dağların eteğinde yaptığımız kahvaltıdan sonra yine jeeplerle şehir merkezine gelip otobüsümüze geçtik. Toudra Geçidi, Dades Vadisi, palmiye ormanları ve gül tarlalarının bulunduğu “Rose Valley”den geçerek meşhur Thingir kasabasını ulaştık. Her yer palmiye ağacı. Öğle yemeğimizi bir hanım tarafından işletilen mekânda yedik. Mekân ve yemek güzeldi. Yemekten sonra yola koyulup “Merzouga”ya vardık. Burada yine jeeplere binerek Sahra Çölü’nün sınırına gittik. Develer ve Bedeviler bizi bekliyordu. Gönüllü diye deveye ilk ben atladım ama

en son ben binebildim. Binerken çığlıklarımı ben bile duymak istemezdim ama hayvana dokunma fobim hala devam ettiğinden bir türlü rahat edemedim. Veee çöl inanılmaz güzel manzara!.. Kelimelerin yetersiz kaldığı sarı sarı kumlar…

Kumlar üzerinde yürüme tüm geziye değiyor. Başka gezegende, başka yerde hissettiriyor. Tabi biz çılgınlar gibi kumda kayıp geziyor ve günü batırıyoruz. Geldiğimiz gibi develerle ve benim çığlıklarım eşliğinde geri dönüyoruz. Geceleme için Erfoud’a dönüyoruz. Alınan duşlardan sonra kalan son enerjimizle gecelere devam!

Altıncı Gün: Fes

Sabah erken, kahvaltıdan sonra Ziz vadisini geçerek Atlas Dağları’nın doğusundan kuzeybatıya çıkıyoruz. Öğle yemeğimiz “Amersid”de… Menümüzde benim damak tadıma pek uymayan ama diğer arkadaşların çok hoşuna giden alabalık vardı.  Yemekten sonra  ekmek yiyen köpekler (ben pek köpek görmedim, bir tanecik vardı) ve maymunlar krallığına  gittik. Maymunlar insanlara alışkın olduklarından verilen yiyecekleri inanılmaz bir iştahla yediler. Hele yavrusunu emzirirken aynı anda fıstık yiyen maymun büyüleyiciydi. Yemyeşil bir vadiden geçtikten sonra şarabıyla meşhur Meknes’e geldik. Burası dar sokakları ve bol erkek bulunan kahvehaneleri ile meşhur. Burada da yapacağımı yaptım. Bizim kızlar “sıkıştık!” deyince kızları, sarışın güzel hatunu erkek kahvesinde erkek tuvaletine götürmem grubun eğlencesi oldu.

Meknes caddelerinde bizim Türk dizilerinin afişleri boy boy vardı. İlginç… Daha sonra geceleme için Fez’e; “ancak filmlerde olur” dedirten otelimize geldik. Akşam yemeği için değişiklik yapıp yedi arkadaş şehir merkezine gidip Rue Ahmed El Hanssani Caddesi’ndeki “Adil’in Yeri” diye adlandırılan ciğercide yemek yedik. Fas’ta bile sakatatçı buluruz abi!..

Yedinci Gün: Fes

Sabah Fes’e… Dar sokakları ama önce eski yerleşim alanı Yahudi Mahallesi olan ‘Fez el Jdid’ yani Yahudilerin yaşadığı mahalleler ilginçti. Sonra Bab Bou Jeloud… Eski şehre giriş sağlayan mavi yeşil çinili kapıdan sonra tabakhanelerini ve rengârenk çarşısını gezmeye koyulduk.

Burada başka bir uzun entarili yerel rehber olan Omar bizi gezdirdi. Omar, 30 yıldır Fes şehrinde rehberlik yapıyormuş ve 9 dil konuşuyormuş. Zaten Medina’da rehber olmadan yolunuzu bulmanız mümkün değil. Bir insanın bile zor yürüyebildiği dar sokaklardan yürüdük. Bilmediğimiz yollardan saptık sonra yine dar sokaklar ve çarşılar gezdik. Yollar o kadar dar ki, eşekler veya el arabaları geçeceği zaman sahipleri “Balek! Balek!” diye bağırarak kendilerine yol açıyorlar. Ve biz de yol açmak için artık “Balek! Balek” demeye başlıyoruz. Yerel halk bunu görünce gülüyor. Sonra Chouara Tabakhanesi’ne gidiyoruz.

Koku dayanılmaz. Burnumuzda nane yaprakları ve kolonya ile dolaşıp resim çekiyoruz.

Hanımların bitmek bilmez alışverişi de cabası. Daha sonra çok güzel bir restoranda yemek… Tabi ki alkol yok. Kendi yöntemlerimizle hallediyoruz. Yemekten sonra rehber eşliğinde Medersa Bou Inania (Ebu İnaniye Medresesi), Medersa el-Attarine (Attarine Medresesi), Kairaouine Üniversitesi ve Cami gezilip Gümüşçüler Çarşısı’nda alışveriş,  geceleme otelde. Ama biz yine şehre gidip macera yaşıyoruz. Zagora Restaurant’ta yemek yiyip şehrin kalabalık caddesinde keşifler yapıyoruz. Dondurma yiyeceğiz bahanesiyle bütün gece dolaşıyoruz. Unutmadan bir türlü Berberi hamburgeri yemek nasip olmadı, yiyemedik.

 

Sekizinci Gün: Chefchaouen (Mavi şehir) Rabat

“Bizim eski evin eyvanı vardı. (Urfa’da eski evler eyvanlı ve taş olur) Annem mavi badana yapardı.  Odalar beyaz kireçti ama eyvan, hayallerimiz kadar mavi…”

Kardeşim Serpil, Chefchaouen resimleri ve mavi evlerini görünce bu cümleleri sarf etti. Gerçekten görülmeye değer bir mavilik ve hayal dünyası. Mavi o kadar güzel işlenmiş ki, gerçek nedeni düşünülemiyor bile. Şehrin bu renge boyanması böceklerle mücadele yüzünden, yani öyle romantizm yok. Burada maviye doyamıyoruz. Zaman da yetmiyor. Şehrin daracık, temiz, düzgün sokaklarında yürürken nedense bana Şirince’yi hatırlatıyor. Film stüdyosu gibi olan sokaklarda bol bol resim çektikten sonra nihayet ben de alışveriş yapıyorum ve mavi yerel bir kıyafet alıyorum. Tur boyunca rehberimiz bana “Madam Belleş” dediği için alışveriş yaptığımı görünce çok mutlu oluyor. Oysa kendisi bana sabun hediye etmişti. Öğle yemeğimiz “Restaurant Casa Hassan”da yedikten sonra Rabat’a hareket ediyoruz. Başkent Rabat’a gitmemiz saatleri buluyor. Uzun bir yolculuktan sonra Rabat’a varıyoruz. Bol korumalı kralın sarayının önünden geçiyoruz, sahil şeridini dolaşıyoruz. Burada da boş durmayıp “şeker kamışı suyu içeceğim” diye tutturup o tuhaf şeyi deniyorum. Her şeyi denemek lazım değil mi?  Geceleme için tekrar Kazablanka’ya doğru yola çıkıyoruz.

Dokuzuncu Gün: Son Gün Kazablanka

Kazablanka’ya gece varıyoruz. Otelde yediğimiz yemekten sonra rehberlerimiz, istersek bizi “Casablanca” filminin çekildiği The Rick’s Bar’a götüreceklerini söylüyor. İşte bu.. Tabi ki Evet.. Yorgun olsak bile oraya gidilecek. Otelden minik taksilere, sıkı pazarlık yaparak, biniyor ve The Rick’s Bar’a gidiyoruz ama barın kapanma saatine denk geliyoruz. Yarım saat oturduktan sonra otele dönüyoruz. Son gün kahvaltıdan sonra yerel rehberlerimize veda edip tam bir keşmekeşin olduğu Mohammed V Havaalanı’ndan Royal Air Maroc ile İstanbul’a iniyoruz.

Yine dostlarla vedalaşma, cebimizde yeni dostluklar, hafızamızda müthiş bir gezi ile eve gidiyoruz diye düşünmeyin!.. Tabi ki önce free shop alışverişi sonra evlere…

 

ASİYE SAKLIM