+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

09

Aug

HEY GİDİNİN EFESİ

“Yavuz Tirali’nin hatırası.. İzmir’den Antalya’ya kitabından..”

Efeler hakkında bir yazı yazmak hem kolay hem zor… Kolaylık, hepimizin az veya çok efeleri tanıması. Zorluk da buradan kaynaklanıyor. Ben ne kadar ayrıntılı da yazsam bir çok ayrıntıyı atlayacağım, okuyucu doğal olarak “adam ‘efeler’i yazmak iddiasıyla yola çıkıyor, ama falanca efeden bile bahsetmemiş” diye düşünebilecek. Ya da anlatacağım bir öykünün farklı versiyonunu biliyorsa “bu kadarına da pes doğrusu, düpedüz uydurmuş” diyebilir. Beni tanımayan okurla sorun yaşamam da tanıyan dostlarımın sözlü ve fiziki tacizleri ihtimal dahilinde… Pes etmeyerek üzerimdeki baskıyı kaldırmak için çabalıyorum: “Değerli okuyucu, bu yazı bir bir deneme yazısıdır”. Bazılarınızın “herhalde Yavuz’un yazarlık denemesi yazısı” diye bıyık altından güldüğünüzü görür gibiyim ya, neyse…

Kaynakları taradığımızda “Efe”ler, tarihte Batı Anadoluda yaşamış, silahlı ve mevcut düzene değişik nedenlerle başkaldırmış kişiler olarak kabul ediliyor. Hayatımızda rastladığımız ilk efe belki de sınıf arkadaşımız Efe. Yiğit, cesur, mert, sözünün eri gibi tüm nitelikleri üç harfe sığdırıp, bir de aileyi sürdürecek er kişiye vermekten doğal bir şey var mı? İtirazlar olabilir, o ismi taşıyan bir çoğunun, o ismin hakkını veremediği yolunda; anne-baba çocuğuna doğumunda temennilerini yansıtan isimler koyar. Bu isimler geçmişe dönük olabilir, geleneği yaşatsın diye aile büyüklerinin isimleri olabilir. Tarihsel kahramanların isimleri olabilir. Eski isimlerin eskidiği düşünülerek modern isimler olabilir. Ya da “efe” gibi bir isim… Sonrası ismin sahibine bağlıdır. Kimi milli basketbolcu Efe Aydan gibi cesur yürek olarak iz bırakır; kimi ismine atfedilen özellikleri sergilemez. Dedim ya aile sadece temenni eder…

Efelikle ilgili belki de okunan ya da okunmuş gibi yapılan ilk kitap Ömer Seyfettin’in “Yalnız Efe”si. Kitabı okurken bir sıkıntı var. Yazar, ilkokul çağımızda tanıştığımız bir öykücü. Arı-duru diliyle, akıcı ve kısa öyküleriyle küçük gönüllerimizde yer etmiş bir yazarın bu uzun öyküsü o yaşta bizlerde soğuk duş etkisi yapıyor. Konu güzel, anlatım güzel ama sırası mıydı “Kaşağı”, “Ant”, “Diyet”, “Pembe İncili Kaftan” yazarının böyle uzun bir öykü yazması… Büyüyünce de “bu yaştan sonra Ömer Seyfettin mi okunur?” önyargısıyla tümden unutuluyor bu güzelim kitap. Ama konu efelikten açıldığında bizi kurtarıyor, “çocukken ‘Yalnız Efe’yi okumuştum” deyiveriyoruz. “Yalnız Efe”de, babası öldürülen Kezban isimli genç kız, bu cinayetin hesabı düzen tarafından sorulmayınca önce babasının öcünü alır, sonra da halka zulmedenlerle mücadele eder. Efenin iki özelliği dikkat çekicidir: Kız oluşu ve yalnız oluşu. Tarihi kaynaklarda dişi efelerden söz ediliyor, ancak sıkça rastlanan bir durum değil. Kezban sadece hemcinslerine görünmeyi tercih ediyor ki, zannımca yazar böylece konunun dağılmasını önlüyor. Ne de olsa üstad denemeci değil öykücü…

Efeler Kezban gibi yalnızlığı tercih etmiyorlar. Bir çete yapılanması söz konusu. Zaten kendileri de çeteye “çete” diyerek lafı dolandırmıyorlar. Çetenin reisi Efe, zeybekler arasından seçiliyor, o da kendine bir yardımcı seçiyor: Baş Zeybek… Zeybekler, sorunlarını Baş Zeybek aracılığıyla Efeye aktarırken, Efenin kararları tartışmasız uygulanıyor. Efenin ölümüne kadar bir daha seçim yapılmıyor, seçildikten hemen sonra bir çatışmada ölmek de var yıllar yılı dağda hüküm sürmek de… Hiyerarşik yapılanmada en alt konumda bulunanlar ise kızanlar. Kızanlar yaşça ufak, deneyimsiz delikanlılar. Genellikle yoksul ailelerden gelen bu eğitimsiz gençlerin hayatta yükselme şansları kısıtlı. Türkülerle sevdikleri efelerden biri olmak hayali, onları dağa yönlendiriyor. “Efe olmayı düşünen” bu gençler, çeşitli sınavları başarıyla verdikten sonra ilk aşamada zeybekliğe hak kazanıyorlar.

Efelerin, zeybeklerin kökenleri net olarak bilinmiyor. Efe sözcüğünün, “büyük ağabey” anlamına gelen Türkçe “eke”den ya da Yunanca “delikanlı” anlamındaki “efebos” geldiği savları var. Zeybek sözcüğünün kökeni de belirsiz. Arapçadan gelmiş olabilir; çevik insan anlamında “zıbaki”den. Bizans metinlerinde geçen uç beyi anlamındaki “salpace”den. Ya da akıllı ve sağlam kişiler için kullanılan “sağbek”ten. Nasıl olmuşsa olmuş Osmanlıca sözlükte, merkezi Aydın olmak üzere Çanakkale ve Antalya arasında yaşayan iyi savaşçı türklerin vücuda getirdiği “paralı asker” olarak tanımlanmış. Bazı tarihçiler zeybekliği Türkmenlerle başlatırken, Charles Texier üstad zeybeklerin eski Aydın (Tralleis) şehrini kuran Traklar olduğunu iddia eder. Zeybeklerin Selçuklu İmparatorluğu zamanında ortaya çıktığı yolunda görüş bildirenler de var. Zeybek giysi ve danslarıyla, Eski Yunan bağbozumu dansçıları arasında yakınlık kuranlar da… Belirsizlik, bazen bilimsel tartışmalarla, bazen de düzeysiz atışmalarla günümüze kadar geldi.

“Zeybekler” albümünde Ruhi Su:

“Kimileri zeybekler için:

“eski bir halkın kalıntısıdır” dedi.

Kimileri:

“selçukluların kurduğu bir örgüttü” dedi.

Kimileri “osmanlıydı”,

Kimileri de “korsandı” dedi.

….Böylece arkalarında kimi zaman ürpertici,

kimi zaman özendirici,

kuvayi milliyeci, beratlı, madalyalı, bir sürü söylence bırakıp giden bu adamları

bir de türkülerden dinleyin…” der.

“Efeler, halkın içinden çıkmış, yaşadıkları bölgenin kültürel ve tarihsel öğeleriyle bezenmiş gözüpek eylemcilerdir” diyerek kökene nokta koyup zaman makinemize atlayarak kendimizi bir törende bulalım. Bu bir kızanın, çeteye kabul töreni… Kız ve oğlan sözcüklerinden türetilen “kızan”, bilindiği gibi Trakya bölgesinde “çocuk” sözcüğünün yerine kullanılıyor. Bir defne ağacının gövdesine yatağan saplanmış. Defne mitolojide bilinen bir ağaçtır, Müzik Tanrısı Apollon, su perisi Defne’ye ilk görüşte vurulur. Defne bu aşka karşılık vermez çünkü Apollon’la daha önce tartışmış olan Aşk Tanrısı Eros Defne’yi nefret okuyla vurmuştur; Apollon ne kadar Defne’ye yaklaşmak isterse Defne ondan o kadar kaçar… Sonunda Apollon’dan korunmak için ağaca dönüşür. Tehnel ağacı olarak da bilinen defne ağacı o Defne’den geliyor işte. Yiğitler ettikleri yeminden sonra defne ağacının çevresinde bazı kaynaklara göre üç, bazılarına göre de yedi kez dönüyorlar. Bu sayı dört ya da altı olamazdı zaten… Bu törenin bir benzeri ve daha tanınmışı kızanlıktan zeybekliğe geçerken de yapılıyor. Törende söylenen “Zeybek Yemini” şöyle:

– kızanlar! bu dağların sahibi kim?

– erimiz!

– yiğidi kim?

– efemiz!

– susuz derelerde kavak biter mi?

– bitmez!

– bitkisiz diyarlarda duman tüter mi?

– tütmez!

– yiğit kime derler?

– sözünde durup efesiyle ölene.

– korkak kime derler?

– sözünden dönen aman dileyene.

– insan dünyaya niçin gelir?

– ölmek için.

– doğup da ölmekten kuşkulanan bebeler…

– dertlenip hortlamaya!

– varyemezlere acımak mı yoksa dayak mı haktır?

– dayak haktır!

– yiğitlerde ne yoktur?

– merhamet

– korkaklar zeytini nerede döverler?

– ağaç dibekte!

– yiğitler yağı nerede kavururlar?

– zalim göbeğinde!

– sözünde durmayan kahpe bacının öz kızanı olsun mu?

– olsun!

– şu dualı yatağan böğrüne batsın mı?

– batsın!

– doğru söylediğinize nasuh tövbesi olsun mu?

– olsun!

Zeybekten beklenenler yeminde açıkça görülüyor: Efeye ölümüne bağlılık, yiğitlik, mertlik, acımasızlık. Zeybek dönülmez yola girmiştir. İhanet ederse, korkaklık ederse bağışlanmayacaktır. Mitolojik unsurların kullanıldığı tören, İslam ile de bağ kurar. “Günahtan Allah’a dönme” anlamında kullanılan “Nasuh Tövbesi” sözü ile yaptıkları işin Allah indinde günah olmadığı vurgulanır. Ruhi Su tarafından seslendirilen bir başka versiyon şöyle biter:

– şeytana inanır mısın?

– yardımcımızdır.

Çoğu metinde görmediğimiz bu bölümü Ruhi Su “şeytanlığından” da uydurmuş olabilir diye düşünmek mümkündür. Şeytanın avukatlığına soyunmak istemem, ama bu mısraları başka birilerinin metinden çıkarmış olması daha olası geliyor bana. Tövbe ile şeytanın aynı metinde geçmesi bazılarını rahatsız edebilir. Üstelik şeytana inanılmasa da, bazı durumlarda onun yardımları olabileceğinin altı çizilmişse… Oysa şeytanın varlığı efeye geniş bir hareket alanı sağlıyor, tartışılacak eylemlerinde bile zeybekler ulema tavrı ile eylemi dinsel açıdan masaya yatırmıyorlar.

Tarihimizde zeybeklerden bahsedilen ilk dönem Celali İsyanları. Zeybek, devlette ve halkta farklı algılanıyor. Devlet zeybeklerle büyük mücadeleler verirken, halk onlara destek veriyor; türküler yakıyor. On sekizinci yüzyılda yollarda bekçilik yapıp yolcuları soygunlardan koruyan ya da kahvehane işleten zeybeklerin, şikayetler sonucu kahvehaneleri kapatılıyor, giydikleri kıyafetler yasaklanıyor; onlar da dağa çıkıp eşkiya oluyorlar. Tüm bunlar yenilikçi bir sultan olan II. Mahmut zamanında oluyor. Sosyolog Uğur Aşgel’e göre eşkiya olabilmek için üç gerekçeden en az biri olmalı:

– Yörelerindeki beylerin ya da devletin zulmüne başkaldırarak dağa çıkmak

– Bir suç işledikten sonra teslim olmayarak dağa çıkmak

– Silah gücüyle yasa dışı yollardan para kazanırken, ele geçmemek için dağa çıkmak.

Eşkiya gibi bir anti-kahraman ile efe ya da zeybek gibi yücelttiğimiz kişilerin aynı cümle içinde buluşması rahatsız edici, hatta bir çoklarını rencide edebilir. Hezeyanlar olabilir: “Ne yani şimdi oğlum eşkiya mı?”; hayalkırıklıkları: “çok kadınlar sevdim aslında yoktular!”. Ne var ki gerçek bu: Altın gibi kalbi de olsa, efenin kartvizitinde meslek olarak eşkiya yazıyor. Efeyi eşkiyadan ayırt etmek için “soylu eşkiya, erdemli eşkiya, sosyal eşkiya” gibi tanımlamalar yapılabilir. Ama tarihte bu tanımlara hiç de uymayan efeler mevcut.

Zulme karşı olmak, zulüm algılamasının değişkenliğine karşın kişide adalet duygusunun olduğunu gösteriyor. Başlangıçta sadece kendilerine çalışsalar da, zamanla bir çoğunu adalet dağıtıcı konumuna itebiliyor. Atçalı Kel Mehmed Efe böyle bir yiğit. Yanında ırgat olduğu Arpaz Beyi tarafından kovulunca, Atça’ya göçüyor. Orada istediği kızı babası vermeyince dağlara vuruyor. Amacı şöhret olup onu reddedenlere ders vermek. Efeliğin ilk döneminde bu amacına ulaştıktan sonra bir halk ayaklanmasının başında birçok ilçeyi ve Aydın ilini zaptediyor. Bölgeyi binlerce zeybekle ve tek kurşun atılmadan ele geçiriyor. Ayaklanma artan vergiler yüzünden çıkıyor. Sultan II. Mahmut, ülkede hüküm süren toprak ağalarının, beylerin etkisini kırıp merkezi otoriteyi güçlendirmek istiyor. Ancak Aydın’a atanan vali Hasan Paşa görev yerine gitmeyerek, mültezimler ve voyvodalar ile uzaktan kumanda ediyor. Mültezim ve voyvodalar da kendi başlarına yeni vergiler salıyorlar. Bu vergiler o kadar ağır ki, bir çok çiftçi ödeyebilmek için tüm malını satmak zorunda kalıyor. Atçalı Kel Mehmed bu aşamada ortaya çıkarak emrindeki sekiz bin civarındaki zeybekle ayaklanıyor. Aydın’ı ele geçirdikten sonra yarıya indirerek topladığı vergileri, İzmir’e kaçmış olan Aydın İktisap müdürünü geri çağırarak teslim ediyor. Osmanlıya karşı değil, vergi uygulamalarındaki adaletsizliği kendince düzeltip hasılatı Osmanlı’ya göndermesi yeni bir devlet arayışından çok adalet arayışını belgeliyor. Kendini de devlet valisi olarak tanımlıyor. Buna karşılık Sultan II. Mahmut, Kel Mehmed Efe’yi devlet için tehlikeli bir eşkiya olarak görüyor. Daha önceki devlet politikasına dönerek yöre beylerine ayanlık vererek güçlü merkezi otorite fikrinden vazgeçiyor. Bölgeyi tanıyan beyler kısa zamanda ayaklanmayı bastırıp Atçalı’yı öldürüyorlar.

Aydın halk ayaklanmalarında önemli bir il. XIX. yüzyıl başındaki bu ayaklanmadan çok önceleri de sabıkası var. Simavnalı Şeyh Bedrettin’in öğrencisi Börklüce Mustafa ayaklanmasının çıkış yeri olarak biliniyor. Kaynaklarda şöyle deniyor:

“Kazaskerliği sırasında kethüda olarak yanına aldığı Börklüce Mustafa, Bedreddin’in sürgüne gitmesiyle beraber Aydın’a döner. Burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri etrafına toplayarak isyan eder.” XV. yüzyıldan itibaren halk hareketlerinin başını çeken Aydın ilinin “Efeler Diyarı” ünvanını boşuna taşımadığı ortada.

Atçalı’dan sonraki dönem, devletin zayıflama sürecinde, Ege’de ortaya çıkan kaotik bir dönem. Onlarca çete ismini soygun ve adam kaçırmalarla duyuruyor. Sadece Türk değil, Rum ve Arnavut çeteleri de var. Bazıları arkalarına yabancı devletleri de alarak şiddette sınır tanımıyorlar. Güvenlik açısından zorlu günler yaşayan devlet af çözümüne başvuruyor. Affa uğrayanlar devlet adına diğer çetelerin izini sürüyor, hatta Kırım Savaşı’nda yer alıyorlar. Savaştan önce İstanbul’a götürülüp eğitilen zeybekler, kostümleri ve palabıyıklarıyla Pera sakinlerini ürkütüyorlar. Tüm çabalara karşın, devletle zeybekler arasında buzlar erimiyor. Cin şişeden çıkmış bir kere. Ne Osmanlı onlara güveniyor, ne onlar Osmanlıya. Çeteyi çeteye kırdıran Osmanlı, daha büyük bir kurnazlık düşünerek müttefiki çetelere de tuzak kurup katlediyor. “Osmanlı yaptı “Osmanlılığını”” sözü Ege’de sıkça kullanılır oluyor.

Çakırcalı Mehmet Efe de son dönem efelerin içinde en çok bilinenlerden. Babası da Osmanlı tarafından tuzak kurularak öldürülen efelerdendir; babasının yakın arkadaşı Hacı Eşkiya onu evlat edinip eşkiyalığa hazırlıyor. Yaşar Kemal Çakırcalı’nın hayatını anlatan kitabında Hacı Eşkiya’nın “Osmanlı kahpelik ve kancıklıkla babanı öldürttü” sözleriyle Çakırcalı’nın kinini taze tuttuğunu belirtir. Hacı Eşkıya’nın “göl yerinde su eksik kalmaz”, “yiğit yatağı boş kalmaz”, “ezelden beri kurt eniği kurt olur” gibi efesözlerinin etkisiyle iyiden iyiye babasının yerini almaya hazırlanan Çakırcalı, tütün kaçakçılığı ile uzun sürecek yasadışı kariyerine başlıyor. İşlediği iki namus cinayetini mütaakip yargılanıyor. Kurnaz da Çakırcalı; ardında delil bırakmadığı için serbest kalıyor. Bu arada yörede hemen dedikodular yayılıyor: “Eli bir kez kana bulanan Çakırcalı artık durmayıp babasının öcünü alacak”. Zamanın eşkiya takipçilerinden biri bunu önlemek için Çakırcalıyı işlemediği bir suçtan tutuklamak için köyüne gidiyor. Çakırcalı o sırada köyde değil, yerini söyletmek için köylüye eziyet ediyor, annesine hakaretler yağdırıyor. Çakırcalı bundan sonra dağa çıkmaya karar veriyor.

Efe mitosundaki önemli öğelerden biri servet dağıtıcı rolü. Zenginlerden aldıklarını fakirlere dağıtırlar. Efelerin seçiciliği gözardı edilmemeli. Zenginleri soyuyorlar, ama bazılarına asla dokunmuyorlar. Onların dokunmadıkları da diğer çetelerin ilgi alanına giriyor. Örneğin kahramanımız dağa çıkarken bazı zengin aileler ona para, erzak, silah veriyorlar, İzmir’in Lövanten ailelerinden biri onunla devlet arasındaki af müzakerelerinde arabuluculuk yapıyor. Aynı aileye rakip çeteler saldırılar düzenlerken, Çakırcalı onu koruyor. Servet paylaşımı da tamamen duygusal kriterlere göre değil. Bir çete dağdayken bir çok köy ya da oba destek veriyor. Başka bir deyişle yataklık ediyor. Bir çok yatağı olmayanın sağ kalması mümkün değil. Yaşar Kemal’in kitabından bir alıntı (Dağa çıkıp göçebe Türkmenlerin ağası Veli Mehmet’le karşılaşan Çakırcalıya, Veli Mehmet’in sözleri):

“Eşkiya demek yatak demektir. Yatağını belli eden eşkiya yaşamaz. Bura senin baş yatağın. Bir daha buraya ayak basmayacaksın… Baban öldü gitti, onun dostu kim, yatağı kim, kimse bilmedi. Esas yataklarını kimse, Allah’tan başka kimse bilmeyecek. O kadar çok yatağın olacak ki, ikinci, üçüncü, dördüncü derece yatağın, esas yatağın kim, herkes, hükümet, birbirine karışacak. Bu oba senin. Başın sıkışınca sana ulaşır.Yüreğine şüphe düşmesin.”

Bu anlaşmadan iki taraf da kazançlı çıkmakta. Oba, malını, canını çapulculara karşı güvenceye almıştır. Eşkiya da dağlarda hayatta kalmanın olmazsa olmazı yatağını bulmuştur. Yatağı sayesinde takipçileri ve rakip çeteler hakkında bilgi elde edecektir, bu onu bir adım öne geçirir. Bir de ona ait bilgilerin dışarıya sızmaması lazımdır. İspiyonculuk hallerinde eşkiyanın merhametsiz yüzüyle karşılaşırız, ispiyoncu infaz edilir ki, başkaları buna cüret edemesin. Fakirleri kollar ki ünü yayılsın, yeni yataklar bulmasına vesile olsun. Himayesindekiler hem onu sevecek hem de korkacak. Korku ve sevgi işin doğasında var.

Dönelim Çakırcalı’ya, halkla sevgi-korku dozajını mükemmel tutturan efe, uzun yıllar dağda kalıyor; oluşturduğu yeni yan çetelerle aynı anda farklı yerlerde baskınlar soygunlar gerçekleştiriyor. Ünü alıyor yürüyor. O kadar ki batıda bile, hikayesi basında yer buluyor, meclislerde kendisinden konuşulur oluyor. “Türk Robin Hood” ya da “Dağlar Kralı” namıyla anılması halka gurur veriyor, Osmanlı bürokratları oralı olmuyor, batılıların yabancı isimleri telaffuz konusundaki yetersizliklerini böyle lakaplar kullanarak geçiştirdiklerini öne sürüyorlar. O esnada yapılan takipler sonuçsuz; “eşkiyadan” iz yok. Devlet çaresiz kalıp pes ediyor: Af… Kendisine sunulan affı, silahlarını bırakmamak ve istediği yerde yaşamak koşuluyla kabul ediyor.

Efeler belki devletin yasalarına uymaya her zaman gönüllü değiller ama Efe Töresine sadık kalıyorlar. Törenin özelliği zaman içinde eklemeler yapılabilmesi. Örnek mi: Osmanlı afları karşısında izlenecek tutum ve davranışlar. İlk afta düze inen rakip çeteler birbirlerini telef edince yapılan töreye yapılan ek: “Affa uğramış çetenin hasmı çete de affa uğrarsa, ilki tekrar dağa çıka”. Çakırcalı töreye uyuyor, nasıl uymasın? Tüm parası düzde erimiş üstüne bir de hısımları da affa uğrayınca can derdine düşüyor. Devlet erkanı rahat, “yapmış Osmanlılığını”, “kırsınlar birbirlerini” diye gün sayıyor. Çakırcalı’nın dağlara dönüşü fırtına gibi oluyor, düzde geçen günlerinin acısını çıkarırcasına, taş üstünde taş bırakmıyor. Çünkü bu kez Osmanlı çok kararlı, eşkiya takibi sıkılaştırılıyor. Soygunlar, baskınlar, fidye istemeli adam kaçırmalar beşe katlıyor, Çakırcalı hayatta kalmak için gelen paraları dağıtarak tutunduğundan buna mecbur… Sonunda kaçınılmaz gerçekleştiğinde, cesedi bir çok yerde köylülere gösteriliyor. Amaç teşhis ettirmek de olsa aslında “Çakırcalıya kurşun işlemez” sözü çürütülmeye uğraşılıyor. Başarabiliyorlar mı? Hani derler ya “bedenimi evet ama ruhumu asla!”. “İzmir’in Kavakları” türküsündeki “Çakıcı” var ya o Çakırcalı Mehmet Efe’nin ta kendisi…

Efeler, cumhuriyetle beraber devletle barışıyorlar. Kurtuluş Savaşı’nda işgalcileri ilk karşılayan onlar. Sorulabilir, “nasıl oluyor da, devlete başkaldırmış efeler devlet saflarında yer alıyor? Aslında efeler boyun eğmez çizgilerini koruyor da, halk Sarı Zeybeğinin önderliğinde baş kaldırıyor. Baş kaldıran devlet kurunca efelere bakış değişiveriyor. Bir çoğunun meydanlarda heykelleri var şimdi. O meydanlar ki vaktiyle bir çoğunun kelleleriyle süslenmiş… Aydın’daki heykellerden biri de Yörük Ali Efe’ye aittir. Kurtuluş Savaşı’yla ilgili kendisini övenlere cevabıdır:

“Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin bir çoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş, ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olur mu ki?”

Perde…

Yavuz Tirali

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz