+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

06

Aug

MERT GÖKALP İLE LÜFER BELGESELİ ÜZERİNE-I

İsmi İstanbul ile özdeşleşmiş lüfer balığının şehrin ortak belleğinde yeri ayrıcalıklıdır; lüfer dediğinizde akan sular durur. Yemesi, yakalaması, bir zamanlar dillere destan bereketi ile güçlü bir imgesi vardır biz İstanbullular için. Uzun zamandır beklediğim Lüfer belgeseli İF Film Festivali’nde gösterime girdiğinde hasta halime aldırmadan filmi izlemeye gittim. İyi ki gitmişim, çünkü İstanbul’un lüfer ile olan ilişkisinde geleneksel ve endüstriyel balıkçılara, balıkçılığımıza, biyolojik bir koridor olan Boğaz’a dair gerçekçi ve bütüncül bir tablo çizen ve geleceğe dair öngörülerde bulunan çok iyi bir belgesel ile karşılaştım. Üstelik, film gösteriminin akabinde belgeselin yönetmeni Mert Gökalp’ten röportaj sözü kopartabildim.

3 bölüme ayırdığım röportajın ilk bölümünde İstanbul’un lüferle çetrefilli ilişkisini; ikinci bölümde belgeselin yapım sürecini; son bölümde de ekosisteme insan müdahalesinin olası sonuçlarını konuştuk. Sevdiğimiz bir balığının sularımızda varolmasına izin verecek miyiz? Eğer sizin için de vatan, “Denizdeki balık, havadaki kuş, özgürce akan nehir, sürekli olarak yakılmayan orman, üzerinde huzurla yaşayan insanlar“ ise bu belgeseli seyredin ve muhakkak dostlarınıza seyrettirin!

MERT GÖKALP

Mert Gökalp’i nasıl bilirsiniz?

Galiba ben bir rehberim. Dünyayla alakalı, çevremizle alakalı birtakım sıkıntıların farkına varmış olan, herhangi bir şekilde kapital dünyada var olamayan, yaşamak istemeyen, insanın dünyayla olan bağını ve doğaya olan yaklaşımını sorgulayan, mevcut yaklaşımı yanlış bulan, bir şekilde diğer bazı güzel insanlar gibi global anlamda insanın doğayla olan yaklaşımını çözümlemesi gerektiğine inanan ve bu noktada da doğayı insana gereksiz yorumlar katmadan aktarmaya çalışan bir rehber diyebiliriz.

Eğitiminiz hangi alanda? Bu belgeselin çekimine kadar nelerle uğraştınız?

Aslında ODTÜ mühendislikten mezunum ama denize olan tutkum nedeniyle ODTÜ Sualtı Topluluğu’na girmiştim. Amatör olarak bilim alanında uğraştım ve daha sonra yurt dışında master, doktora gibi birtakım çalışmalar yaparak kendimi deniz biyoloğu olarak buldum. Bu geçiş döneminde, doğaya, sanata ve görselliğe olan ilgimden dolayı, amatör fotoğrafçılık yaparken, kendimi profesyonel fotoğrafçı, profesyonel kameraman ve akabinde de yönetmen olarak buldum. Hayatımdaki deniz sevgisi, bilim tarafı, fotoğrafçılık, görsellik, kamera, yönetmenlik bir şekilde ayrı ayrı ilerleyen kulvarlar iken, bir noktada birleşti.

Önce kitaplarla başladım; Türkiye Deniz Canlıları Rehberi, Doğa Rehberi gibi çalışmalar yaptım. Şu anda Türkiye’de insanlar bilgiye çok fazla ilgi göstermediği için kapatmak zorunda kaldığımız bir aplikasyon da var ama Türkiye Deniz Canlıları Rehberi halen orada aslında. Ya sattı aslında rehber ama bir şey kazandırmadı ki ben devam edebileyim. O noktada biraz hayal kırıklığı tabii ki… Fakat gördüm ki bunu görsellikle birleştirebilirsem, ekranda bir şeyler anlatabilirsem, çünkü insanlar izliyor… o zaman daha fazla insana ulaşabiliriz. Zaten belgesel yapmak benim çocukluk rüyamdı. İşte yaptığımız belgeselin, güçlü olmasının nedeni bu aslında. Belgeselin bilim olsun, mühendislik olsun, biyoloji olsun ciddi bir analitik altyapısı var.

Magma dergisine nasıl bir katkınız var?

Son iki senedir Magma dergisinde free-lance yazar ve fotoğrafçı olarak çalışıyorum. Deniz konuları, sualtı canlıları ve denizlerin şekillendirdiği toplumlar, iklim değişikliği, çevre, ekosistem üzerine makaleler ve haberler yazıyorum. Yeryüzü, insan, doğa, vahşi yaşamı insanlara aktarırken gösterdiği detaycılık, saygı, özen, titizlik bence Magma’yı Türkiye’nin en iyi dergisi yapıyor.

LÜFER VE İSTANBUL

Lüfer nasıl bir balık diye sorsam? Aslında Türkiye Deniz Canlıları Rehberini yazarken, benim çekemediğim balıklardan bir tanesiydi lüfer, çünkü tamamen doğru zamanda ve doğru vakitte orada olmanız gerekiyor. O zaman Bodrum’da yaşıyordum. Onun için daha çok güney bölgelerinde çekimler yapabiliyordum ama lüfer hep başka bir şeydi içimizde, palamut gibi, istavrit hamsi gibi… Fakat, lüfer baştacı edilen bir balıktı sofralarda. Hepimizin çok büyük bağı vardı lezzetinden dolayı. Hikayelerini biliyorduk zaten ama lüferle alakalı derin bilgilere aslında, bu belgeselle beraber girmeye başladım.

Lüfer nasıl bir balık dersek, piranaya benzetiyorlar geleneksel balıkçılar; çok vahşi olduğundan bahsediliyor. Yani, kendi ırkını bile yiyebileceğinden, aç kurt sürüleri gibi bir takım balıkların peşinden koştuğundan ve kendi boyundaki balıklara bile saldırabildiğinden…

Bir yandan da Boğaz’ın prensi diyoruz…

Evet, onu biz öyle adlandırdık. Bazıları sultan diyor, bazıları prens diyor ama bu bizim lüferi insanlara yakınlaştırabilmek için koyduğumuz isimlerden bir tanesi. Aslında canavar da derler…

Herkesin -oltacının da, zıpkıncının da- koyduğu başka bir isim var.

Lüferin İstanbul’la nasıl bir ilişkisi var ki İstanbullular ona bu kadar farklı yedi sekiz isim vermiş?

Lüfere defne yaprağı, çinekop, kofana, sırtıkara gibi bir sürü isim koymuşuz. Yani, demek ki bu balık o kadar sevilmiş ki, ayrı ayrı özellikleri o kadar benimsenmiş ki, bu balığa farklı isimler koyma ihtiyacı duyulmuş. Hatta, bu durum şu anda şöyle bir çelişki yaratıyor: Balıkçılar diyor ki, çinekopun belli bir boyu büyümüyor, mesela yok böyle bir şey. Zırvalıyorlar yani, tabii ki bilime bakacağız; genetik olarak aynı balık hepsi ama işte önemli olan nokta İstanbullunun bu balığı kendiyle nasıl özdeşleştirdiği.

Bu özel bir ilişkiyi gösteriyor aslında?

Kesinlikle. Herkes farklı açıdan bakıyor: lüferi yiyenler yeme açısından, damak lezzeti üzerinden;

avlayanlar, zıpkıncılar balığın atikliği üzerinden, korkusuzluğu üzerinden, işte oltacılar yeme gelirkenki saldırganlığı, çekerken verdiği zevk üzerinden.

Peki, kofana, sırtıkara gibi lüferin daha büyük boyları hala Boğaz’dan geçiyor mu?

Çok nadir geçiyor ama artık çok nadir yakalanıyor zaten. 1956 senesi ile 2002 senesi arasında sadece iki tane bilimsel araştırma var. Bir de 2013’te bizim katıldığımız üçüncü bir araştırma oldu, sonuçları daha yayınlanmadı. İşte, 1956 araştırması diyor ki, maksimum 69 cm avlanan balık, sırtıkara boyudur.

Ortalama boyu 29 cm ise tam olarak lüfer boyudur. Sonra 2003 senesine geldiğimizde, aradan 50 sene geçtikten sonra diyorlar ki 44 cm maksimum balık boyu. Yani, kofana düşmüş 25 santime. Averaj balık boyu ise 14 cm, bu da çinekop. Hatta neredeyse defneye kaçacak, yani inanılmaz bir şekilde kısalmış boylar. Bu şu demek; yani artık kofana çok nadir bir şekilde Boğaz’dan geçiyor, ve aynı zamanda yumurtlayan balık sayısı azalıyor.

Üreme durumları nasıl?

Kofana daha fazla yumurta bırakıyor. Belgeselde balıkçılar diyorlar ki, işte sırtıkara, kofana boylarında balık artık yumurtlayamaz hale gelir. Yani, balıkçıların yine yanlış verdiği bilgi var.

Şimdi bunu şundan dolayı diyorlar; bazı dönemlerde balık yumurtluyor, bazı dönemlerde yumurtlamıyor ama yumurtladığı zaman 2 milyon tane yumurta bırakıyor. Fakat, çinekop 2000 tane yumurta bırakıyor misal, arada ciddi bir fark var. Bu tecrübeye dayanan bilgi, saygı göstermek lazım balıkçılara ama balıkçıların her zaman herşeyi doğru bildiğine inanmamız gerektiğini göstermiyor bu. Üstelik diretiyorlar bu bilgilerde, ve bu insanları etkiliyor.

Lüferin Boğaz ve İstanbullularla nasıl bir ilişkisi var?

Lüfer, Ege Denizi’nden Karadeniz’e, Karadeniz’den de Ege’ye çok zorlu bir yolculuk yapıyor. Yani Boğaz’ın akıntılarıyla ve fırtınalarla savaşıyor. Beslenmesi gerekiyor. Birçok balık, yunuslar tarafından kovalanıyor belki.

İstanbullularla ilişkisi bir savaş aslında, burada romantize edecek bir durum yok. Sadece lüfer değil, diğer balıkların da geçtiği her noktada onları zehirliyoruz, ağ atıyoruz, zıpkınlıyoruz, oltalıyoruz. Lüferi yok etmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Geçiş alanı bırakmıyoruz, yumurtlamasını engelliyoruz. En son dalyanlarla yumurtalı bir şekilde alıyoruz. Balığın başına gelmeyen kalmıyor. Biz zaten ekosisteme de bu şekilde davranıyoruz. Yani, hep insan üzerinden bakıyoruz.

İstanbul’un lüferle ilişkisi yemek üzerine. Net. Sevgimiz de onun üzerine. Ekosisteme bakış açımız da yemek üzerine zaten.

Peki ya antik dönem? O dönemde sikkelerin üzerine resmedilmiş olması nasıl yorumlayabiliriz?

Animasyonda anlatmaya çalıştık bu durumu. 8-9 bin sene önce insanlar gelip İstanbul’un, Boğaz’ın belli bir noktasında yerleşim kurmuşlar. Buraya gelmelerinin birçok nedeni var: denizdeki balık ve karadaki besin bolluğu… Tekirdağ’dan İzmit körfezine kadar olan bölge, hatta Adapazarı’na kadar, alt tarafını da kapsadığımız zaman, belki de dünya üzerindeki en verimli bölgelerden bir tanesi. En bol meyve ve sebzenin yetiştirildiği alan ve biz bu alan içerisine 25 milyon insanı şu anda tıkmış vaziyetteyiz. Antik dönemde Aristo’dan başlayarak Strabon, Homeros, Oppianus gibi birçok bilgin, filozof denizlerdeki balık bolluğundan ve balık göçlerinden kitaplarında bahsetme hissiyatı ve gerekliliği duymuşlar; işte Aristo hayvanların tarihi, Oppianus balıkçılık üzerine kitaplar yazmışlar.

Burada insanların Haliç’ten balıkları elleriyle tutabilmesi, evin içerisinden olta atılıp balık avlanması, 3 metre boyunda bir ton ağırlığında orkinosların geçerken yarattığı o coşku, orkinosların peşinden Boğaz’a gelen canavar köpek balıklarının, beyaz köpek balıklarının geçişi, 2-3 metre boylarındaki kılıçlar, keza palamutların boyları o kadar, etkiliyor onları tabii.

Bu muazzam verimli alanı nasıl değerlendirmişiz?

Türkiye’nin sanayisinin yüzde seksenini bu alana koymuş vaziyetteyiz ve sürekli zehirliyoruz, sürekli kirletiyoruz; sürekli yok ediyoruz. Bu alan başka bir şekilde değerlendirilmiş olsaydı, bu kadar insan yaşamıyor ve bir şekilde tarım alanları, orman alanları ekoturizm alanı olarak kullanılmış olsaydı; Boğaz’ın incisi olacaktı. Affedersiniz, amiyane tabirle incinin üzerine şey yapmış bulunmaktayız. Bu alanı çok yanlış değerlendirdiğimize inanıyorum. Bizim körfez de, keza öyle, Boğazlar da öyle. Halen ekosistem buna direniyor.

Bu bolluk bereket dönemi nasıl sona eriyor?

O zor avlanma şartlarında bile el yordamıyla avlanan balıklar inanılmaz bir bolluk oluşturuyormuş. Osmanlı döneminde, Evliya Çelebi de bu bolluktan bahsediyor. Karekin Deveciyan, yani Osmanlı dönemi Kumkapı Balık Hali müdürünün yazdığı kitap belki de dünyada çok önemli bir kitaptır: Türkiye’de Balık ve Balıkçılık. Bu kitaba kadar bu bolluk devam ediyor. Ta ki endüstriyel devriminin gelmesine, 1950’lerde NATO’ya girmemizle balıkçılığın teşvik edilip büyük balıkçı kayıklarının 10-20 metre boyuna ulaşmasına ve bu iç deniz bölgesiyle, aslında hiçbir denizle, örtüşmeyecek avlanma metotlarına gelmemize kadar müthiş bir bolluk var.

Hem teknolojinin ilerlemesi, hem göçler, hem de devlet politikaları bu süreci hızlandırmada çok etkili. Yitirdiğimiz balık sadece lüfer mi?

Maalesef, sadece lüfer değil. Lüfer bir sembol. Daha önceki sembol orkinostu, palamuttu 3-4 bin sene önce. Orkinos, uskumru ve kolyozun terk ettiği gibi, lüferin, palamutun ve kalkanın çok yakın bir süreçte İstanbul Boğaz’ından, Marmara’dan, Karadeniz’den bir daha gelmemek üzere yok olması, veya bu sulardan çekilmesi mümkün. Bu belgeselin amacı da bunu anlatabilmek zaten.

Lüfer sadece Boğaz’ın balığı mı? Dünyanın başka bölgelerinde lüfer görebiliyor muyuz?

Hayır, değil. Avusturalya’da, Atlantik Okyanusu’nun, Büyük Okyanus’un belli bölgelerinde, Amerika’da birtakım noktalarda da yaşıyor ama bizdeki gibi avlanmıyor. Yani, nadir olarak Avusturalya’da, Amerika’da hobi olta balıkçıları kofana, sırtıkara boylarında 10 kg 1 metre uzunluğundaki balıkları avlıyorlar ama geri bırakıyorlar yaşasınlar diye. Bu “yakala ve serbest bırak” tekniği ülkemizde çok fazla uygulanan ve bilinen bir yöntem değil; biz hepsini avlıyoruz ve kimse suya geri bırakmıyor. Ama bu balıklar bizim sularımıza gelmiyor büyük ihtimalle, tam bir bilimsel araştırma yok.

Lüfer kampanyaları nasıl başladı?

Defne Koryürek’in girişimi Fikir Sahibi Damaklar Slowfish’in başlattığı, “İstanbul balığa hasret kalmasın”, “lüfer koruma timi”, “lüfer bayramı” etkinlikleri, Banu Dökmecibaşı ve Greenpeace Akdeniz’in başlattığı “Seninki kaç cm?”, “Küçük balık yoksa, büyük balık da yok!” sloganları, ayrıca Marmara’daki trol-kaçak avcılık hareketine karşı zodyaklarla balıkçıların peşine düşüp bir kamuoyu oluşturma çabaları, belli başlı yazarlarımız Gökhan Karakaş, Tan Morgül gibi birçok yazarın destek vermesiyle gazete haberlerinin çıkması sayesinde…

Lüferle ilgili başarılı ve sempatik bir gündem oluştu değil mi?

Galiba 2011-2012 arasında ciddi bir gündem oluştu ve birçok insanın durumu fark etmesine sebep oldu. Benim de bir biyolog olarak “Hakikaten acaba böyle bir tehdit var mı?” diye düşünmeme ve bu çalışmalara kıyısından köşesinden katılarak bu belgeseli yapmama neden oldu. Bugün en lezzetli balık olarak görüldüğünden dolayı aslında bu belgesel için lüferi seçtik. Lüfer, aslında denizin sembolü.

Devam edecek…

NİHAN VURAL

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz