+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

26

Jun

YILDIZLARIN IŞILTISI

Şehrin orta gelirli insanlarının kaldığı bir semtte yaşıyorlardı. Kaloriferli, asansörlü binaların henüz semtlerine ulaşmadığı, ısınmak için sobaların ve elektrikli ocakların ağırlıklı olarak kullanıldığı bir yerde oturuyorlardı. Evleri apartmanın en üst katındaydı ve yazın insana baygınlık geçirtecek kadar sıcak, kışın el ve ayak parmaklarında sızıya neden olacak kadar soğuk olurdu. Her kış çuvallar dolusu odun ve kömür alırdı babası. İşçiler tarafından merdivenlerden yukarı çıkartılan odunlar, etrafı camlarla kapatılmış olan balkona muntazam bir şekilde yerleştirilirdi. Ahmet bu odunlara baktığında ev halkından birinin üzerine her an düşecekmiş gibi bir korkuya kapılırdı. O yüzden yaklaşmaya çekinir, zorunlu olmadıkça kışın uzak dururdu balkondan.

Odundan sonra kömür alırdı babası. Annesi evin içi kömür karasıyla kirlenmesin diye onları önce küçük naylon poşetlerin içine bırakır daha sonra odunların yanına yerleştirirdi. Gerekli oldukça poşetlerden birini alır, yanmakta olan sobanın içine atardı. Böylece gümbür gümbür sesler çıkartarak yanan kömürler, bazen insanının nefes almasını güçleştirirken bazen de terleten yaz sıcaklığına dönüştürürdü odayı. Annesi sobanın hemen arkasında bulunan küçük bir alana yer minderi koymuştu. Orada otururken televizyon izlemekten her zaman keyif alıyordu Ahmet. Evin küçüğü olmasından dolayı minderde oturma konusunda ev halkı arasında dile getirilmemiş, göreceli bir ayrıcalığı vardı sanki.

Bazı kış günlerinde insanın iliklerine kadar işleyen soğuk, hele de keskin bir ayaz varsa şehrin bulutlardan oluşan kapkara ruhuna inat her yeri ışık gibi aydınlatan şiddetli bir kar yağardı. O esnada dünya, yalnızlığı hatırlatan bir sessizliğe bürünür, yaşamla doğa arasındaki bağ kopar, insan kendi iç dünyasına dönerdi. Okulda son ders zilinin çalmasına yarım saat vardı ki gökyüzünden lapa lapa kar yağmaya başladı. Sabah saatlerinden itibaren kurşuni bulutların varlığı gün içinde böyle bir yağışın sinyalini vermişti aslında. Hava her zamankinden daha erken kararmış, kuşların gökyüzünde yaptıkları görsel şölen Ahmet’in hiç sevmediği kış mevsiminin geri geldiğini haberdar etmişti adeta.

Okuldan çıktığında sevdiği futbol takımının renklerinden oluşan atkısını ağız ve burnunu kapatacak şekilde gözlerine kadar iyice sarmıştı. Anneannesinin ördüğü yün eldivenler ile siyah beyaz renklerden oluşan beresini takmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen eve varıncaya kadar yüzü soğuktan kızarmış, vücudu adeta buz kesmişti. Yolda oyalanmamasına, hiç zaman kaybetmeden otobüse binmesine rağmen kendini gergin hissediyordu.

Böyle soğuk günlerde evin su ihtiyacını karşılamak ve şebeke tesisatının donmasını engellemek için musluklardan gelen su biraz açık bırakılırdı. O gün de banyo musluğu açık bırakılmıştı. Eve girer girmez okul çantasını girişte yere fırlatmış, ellerini ve yüzünü yıkamak için hemen banyoya koşmuştu. Bazen soğuktan her iki el sırtı çatlıyor, bazen de kanıyordu. Ellerini bıçak gibi keskin suyun altına bırakır bırakmaz canı ağrıdı. Banyodaki işi bitince ellerini çapraz bir şekilde koltuk altlarına aldı ve titreyerek sobanın yandığı odaya hızlı adımlarla geçti. O kadar acele ediyordu ki koridordaki yolluğa takılıp yüz üstü yere kapanmasına neredeyse ramak kalmıştı.

Odaya girip başını pencereye çevirdiğinde gökyüzünden düşen bembeyaz kar tanelerini gördü yine. Ne yapacağını bilmez bir şekilde pencereye yaklaştı, ismini buharlaşmış cama yazdı ve sonra oluşan boşluktan dışarıyı seyre daldı. Öyle dikkatlice bakıyordu ki çevreden gelen hiçbir sesi duymuyordu. Kulakları sobadaki odunların çıtırtısını algılayamayacak kadar derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kar tanelerini gözleriyle yakalamaya çalıştı, yerdeki beyaz zemine düşmelerini çocuk sevinciyle takip etti. O sırada beyaz noktalı tüylerle kaplı birkaç tane kar kuşunun balkon demirine tutunduklarını gördü, yaşından büyük kocaman yüreği ile vicdanı sızladı. Karşı binanın terasında kurulan tuzaklarda bu kuşların yakalandığına defalarca tanıklık etmişti çünkü.

Hiç vakit kaybetmeden dersini çalışmaya başlamıştı ki dış kapının zili çaldı. Mutfakta yemek için annesine yardım eden ablası ‘‘ben bakıyorum’’ diye seslenerek kapıyı açtı. Kollarını yan tarafa uzatmış heybetli bir dağ misali ulaşılmaz gördüğü babasıydı gelen. Günün yorgunluğu bakışlarına ve duruşuna yansımış, başında altıgen kahverengi şapkası ile yavaş adımlarla içeri girmişti. Ablası hemen ayakkabılıktaki erkek terliklerinden birini almış, ayağına geçirmesi için eğilerek babasının önüne uzatmıştı. Evin geleneksel kuralıydı, dışarıdan gelen kişiye saygı göstergesi olarak terlik vermek.

Babası gelince hemen yer sofrası hazırlanır, hep birlikte yemek yenirdi. Karnı tok olsa da sofraya oturur, bir iki kaşıkla bile olsa ev halkına eşlik ederdi. Akşamları ailenin bir arada olması için babası bunu herkese şart koşmuştu. Kenarlarında balık figürlerinin olduğu bakır sini içine yemek tabakları bırakılır, sessiz bir ritüelle yemeklerini beraber yerlerdi.

Yemek sonrası televizyon açılırdı genellikle, kaçak çay eşliğinde akşam haberlerini izlemeye başlarlardı. Ne zamandan beri hep iç karartıcı haberleri duyuyorlardı. Ölüm, cinayet, kavga görüntülerini gördükçe Ahmet’in canı sıkılıyor, üzülüyordu. Sobanın üstünde kaynamaya devam eden çaydanlığın fokurdaması arada bir dikkatini çekiyordu.Bazen annesi portakal kabuklarını da sobanın üstüne yerleştiriyordu. O zamanlar odanın içi aromatik bir koku ile doluyor, sıcaklığına rağmen odaya başka bir güzellik katıyordu.

Semtlerinde kaçak elektrik kullanımından ve alt yapının yetersiz olmasından dolayı her kış elektrikleri sık sık kesilirdi. Ahmet, evi zifiri bir karanlığa çeviren bu kesintilerden annesiyle ablasının şikayetçi olmasına alışmıştı artık. Ablası dayanamayıp elektrik kesintisi ile ilgili kurumu hemen arar, bir türlü hattı düşmemesine, devamlı meşgul çalmasına rağmen sabit telefonun başından ayrılmazdı. Kendini kontrol edemediğinde ise; ‘‘yeter artık, bu kadar da olmaz, artık bu evden çıkmalıyız!’’ diye ses tonunu yükselterek konuşurdu. Sonra hemen bundan pişmanlık duyar, dış yüzeyi kırmızı renkli floresan ışıldağının aydınlattığı odada sessizce başka şeylerle uğraşmaya başlardı.

Annesi ise bu uzun kış gecelerinde ev halkına rengarenk yünlerden örgüler örer, ablasına da yumağında ören bir bayan resminin olduğu beyaz ipten dantel işlerdi. Kullandığı tığın eline batması yüzünden bazen iltihap kapardı parmakları ama yine de vazgeçmezdi işlemekten. Ara vermeden uzun süre örünce gözleri ağrımaya ve sulanmaya başlardı. Ancak o zaman yorulan gözlerini dinlendirmek için elindeki işi bırakırdı. Hevese kapılıp da hızlı örmeye başlamışsa ve o anda elektrikler kesilmişse annesi de ablası gibi söylenmeye başlardı.

Ahmet için ise kışın tek güzel yanı, evin kadınlarından farklı olarak bu elektrik kesintilerinin getirdiği mutluluktu. Gürültüden uzak, sadece kendilerinin olduğu bir ortam yaratıyordu karanlık. Babasının da kendisi gibi mutlu olduğunu düşünürdü. Oda karanlığa büründüğünde hiç olumsuz bir şey söylemezdi çünkü. Işıldağın aydınlattığı odada babasının yüzüne bakınca sabit bir noktaya dikilmiş, derinliklerinden geçmiş zamanın özlemini yansıtan gözlerini görürdü bazen. Onun bu duruşuna dayanamaz, aklaşmış kısa sakallarına aldırmadan hemen boynuna sarılıp doyasıya öperdi babasını.

Bu gece de aynı durum yaşanmış, yine karanlıkta kalmışlardı. ‘‘Çocukken yani ben Ahmet’in yaşlarındayken böyle gecelerde ne yapardık, biliyor musunuz?’’ diye bir soru sordu babası. Kimsenin cevap vermesini beklemeden ‘‘durun da anlatayım sizlere’’ dedi. ‘‘O yıllarda, yaşadığımız yere elektrik henüz gelmemişti. Geceleyin yakıt olarak gaz yağının tüketildiği gaz lambalarını kullanırdık. Özellikle uzun kış gecelerinde bir türlü zaman geçmezdi. O yüzden her akşam bir komşunun evine giderdik sırayla, bazen de onlar gelirdi bize. Yaşlı ğaloların* her zaman koyu sohbetleri olur, onların yanında zaman adeta su gibi akardı, nasıl geçtiğini hiç fark edemezdim bile. Hepsi de kendi çocukluklarında büyüklerinden duydukları masalları, öyküleri anlatırlardı. Bazen unuttukları yerler olur, o noktada kendi hayal dünyaları devreye girer ve böylece öykü ya da masal farklı bir anlatı ile geleceğe aktarılırdı.

Dinledikçe insanoğlunun hayal gücünün sınırlarını tahmin bile edemezdiniz. Yılanla konuşma yeteneğine sahip Remo’nun hikayesi mi dersiniz, şimşeği elleriyle yakalayıp başka yöne fırlatan zalım Mıho’nun yaptıkları mı dersiniz, ooo neler var neler. Neredeyse her akşam büyük bir merakla, hiç sıkılmadan, sonunu bildiğim bu anlatıların her birini büyük keyifle dinlerdim. Dedim ya bazı akşamlar sıra bize gelirdi. Anam evde ne var ne yok hepsini misafirlere ikram ederdi. Büyük bir siniye bol küncülü pastık**, ceviz, yoğurt, cevizli sucuk koyardı. İkramlıklar yenilirken anlatılan hikayelerin konusu kötü bile olsa insanı o kadar etkilemez, orada bulunan herkes bir şeyler paylaşmanın mutluluğuna kendini kaptırırdı.’’ Babası cümlesini bitirir bitirmez ‘‘yılanla konuşabilen adamın hikayesini çok merak ettim baba. Bana da anlatır mısın?’’ diye sordu Ahmet.

Oğlunun can kulağıyla söylediklerini dinlemesi, merak etmesi babasının çok hoşuna gitti ve anlatmaya başladı: ‘‘Zamanın birinde Remo adında bir çiftçi yaşarmış. Karısı ve beş çocuğu ile kendi hallerinde mutlu bir yaşam sürerlermiş. Bir gün karısı aniden rahatsızlanmış ve karnı gitgide büyümeye başlamış. Çevre köylere, koca karılara götürmüş ama kimse ne olduğunu anlamamış, derdine çare bulamamış. Kimisi hamile oluğunu söylemiş ama kucağındaki bebeği emzirdiğinden bu mümkün değilmiş.

Remo, kara kara düşüncelere daldığı bir yaz gününde yapacak başka uğraşı olmadığı için demir tırmık ile bahçeyi temizlemeye karar vermiş. Daha yeni işe koyulmuştu ki, volkanik bir kara taşın kenarına sinsice sinmiş yılanı görmüş. Taşın rengi olmasa yılanı fark edemeyecekmiş. Tam tırmığı havaya kaldırıp yılanı öldürecekmiş ki, yılan konuşmaya başlamış:

-‘‘Ne olur, kurban olayım Remo öldürme beni. Dile benden ne dilersen!’’

Remo’nun gözleri fal taşı gibi açılmış, adam neredeyse kalpten gidecekmiş. Birkaç saniye nefessiz kalan Remo’nun kendine geldiğini gören yılan konuşmasına devam etmiş ve az önce söylediğini tekrarlamış. Korkudan tir tir titreyen bizim adam kekeleyerek;

–‘‘Karım çok hasta, yardım et o zaman’’ demiş.

Bunun üzerine yılan bazı sorular sormuş.

-‘‘Karnı ilk şişmeye başladığı gece nerede uyuyordunuz?’’

-‘‘Damdaki tahtın*** üzerinde.’’

-‘‘O akşam dikkatinizi çekecek şekilde gökyüzünde çokça yıldız kayması var mıydı peki?’’

-‘‘Eveeet, o kadar çoktu ki kaydıklarını seyrederken devamlı başımızı hareket ettirmek zorunda kaldık. Hatta ne kadar dilek tuttuğumuzu hatırlamıyorum bile. Hem, sen nerden biliyorsun bunu?’’

-‘‘ Bak Remo! Sanırım karının neden hasta olduğunu biliyorum.’’

-‘‘Nasıl yani???’’

-‘‘Kadının karnına gökyüzünden düşen yıldızların ışıltısı kaçmış. O ışıltıları çıkarman gerek Remo. Çok şükür ki çaresi var. Sana ne yapman gerektiğini söyleyeceğim. Bugünden itibaren tam üçüncü gün şu sol tarafta gördüğün tepeye çıkacaksın ve gece boyunca gökyüzündeki yıldızları sayacaksın. Sonra saydığın yıldızlar kadar çevreden bulabildiğin çiçekleri toplayacaksın. Ne bir eksik ne de bir fazla olacak ama. Bulduğun çiçekleri içinde kaynar suyun bulunduğu bir kazana atıp iyice kaynatacaksın. Ondan sonra bu sudan birkaç yudum karına içireceksin, böylece o ışıltılar çıkıp ait oldukları yere yani tekrar gökyüzüne geri dönecekler ve böylece karın iyileşmiş olacak.’’

Remo, dehşetle yılanı dinliyormuş. Bayılmamak için kendini zor tutuyormuş. Yüzü, benzi sararmış bir şekilde;

-‘‘Yav yılan kardaş, ben nasıl sayarım o kadar yıldızı? Allah’ını seversen söyle bana. Karıştırmadan saymam sence mümkündür?’’

-‘‘Bu derdin başka çaresi yoktur! Ya karını kaybedersin ya da o gece başını gökyüzünden ayırmazsın!!’’

Ahmet büyük bir merak ve heyecanla babasını dinlemeye devam ediyordu. Elektriklerin gelip de bu ortamı bozmasını istemiyordu. O yüzden bir an önce masalın sonunu dinlemek istiyordu. Babası arada birkaç yudum çay içtikten sonra devam etti anlatmaya;

‘‘Remo, başka yol da olmadığından çocuklarının anası olan sevdiği kadını kaybetmemek adına yılanın dediği gibi üçüncü gece tepeye çıkar. Gözü korkar yıldızların çokluğundan. Kendince bir yöntem geliştirir ve başlar saymaya. Her defasında şaşırır, sayıları birbirine karıştırır. Yavaş yavaş yıldızların parıltılarını kaybetmeye başladıkları andan itibaren bırakır saymayı. Gökyüzü aydınlanmaya başlayınca da tepeden iner ve yol boyunca gördüğü tüm çiçekleri toplar. Elindekilerle bahçeye gider ve yılanı bulur. Bir gecede zayıflamış, avurtları çökmüş, gözlerinin feri kaçmış. Yılan hayatını bağışlayan adamı bu halde görünce dayanamaz ve;

-‘‘Ulan Remo! Ulan piçin oğlu! Yıldızların sayıldığı nerede görülmüştür? Ama gel gör karına o kadar değer veriyor ve seviyorsun ki, bunu düşünmeden tepeye kadar çıkıp sayabildiğin kadar yıldız saydın. Önemli olan da bu zaten, sevgini gösterebilmek. Şimdi kalk git, sana söylediğim gibi hazırlayacağın çiçek suyundan karına içir. Birkaç yudum alır almaz, karnındaki ışıltılar onu terk edecek ve şişkinliği kaybolacak, göreceksin.’’

“Remo bahçeden ayrılır, yılanın dediğini yapar ve hemen karısının yanına koşar. Başından geçen olayı kelimeleri birbirine katarak heyecanla bir çırpıda anlatır. Getirdiği karışımı bardağa koyar ve içmesi için ona uzatır. Birkaç yudum alan karısının bedeninde bir hafifleme olur ve karnın eski haline dönerek düzleştiğine birlikte tanıklık ederler.”

Babası sözlerini bitirince odada bir sessizlik oldu. Sanki biri bir şey söylese, masalın tılsımı bozulacak ve Remo’nun karısı sonsuza kadar iyileşemeyecek. Annesi bu sessizliği kırmak istercesine ‘‘sobada kömür bitti, gidip balkondan yeni bir poşet getireyim’’ dedi ve dizlerinden destek alarak ayağa kalktı. Ahmet annesinin söylediği şeyi duymadı bile. Aklı hala babasının anlattıklarındaydı, keşke şimdi o eski dönem gibi olsaydı, her akşam televizyon izlemek yerine komşularla sohbet edilebilseydi. Böyle bir ortamın kendisine birçok açıdan zenginlik katacağını üzülerek düşündü.

Saatlerin ilerlemesine rağmen elektrik kesintisi devam ediyordu. Bazen aniden geliyordu ancak bu çok kısa sürüyordu. Gece ilerledikçe havanın daha da soğumasından dolayı sabaha kadar karanlıkta kalacaklarını düşündüler. Bunun üzerine uyumaya karar verdiler.

Yatağına giren Ahmet, aynı yaşlardayken babasının kendisine ait anısını paylaştığı bu geceyi asla unutmayacağına, kendi çocukları olduğu zaman da onlara babasıyla olan bu geceki anısını anlatacağına dair söz vererek uykuya daldı.

(*:Dayı, **: Susamlı pestil, ***: Sıcak yaz gecelerinde damlarda, avlularda üzerine çıkmak için birkaç basamağı olan tahtadan kurulan yataklık)

NARİN GÜNDOĞUŞ

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz