+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

13

Aug

ARİF BEY'İN KIZI SAİME

Ârif Bey 1896 yılında Denizli’ye bağlı Tavas’ta doğmuş. Savcı olan babasının görevi sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu tabir-i caiz ise karış karış dolaşmış. Denizli, Malatya ve Bulgaristan’da yaşamış, en son İzmir’e gitmiş.

İki ablası var. Büyük ablası Mahmur Hanım iki erkek çocuk sonrası genç yaşta vefat edince, eniştesi Osman Remzi Bey ölen karısının küçük kızkardeşi Münire Hanım ile evlenmiş. Münire Hanım iki yeğenine kendi evlatları gibi bakmış, üç bebek daha doğurmuş, toplam beş çocuğu birlikte büyütmüş.

Ârif Bey idadiyi yani günümüz lisesini bitirmesini müteakip gönüllü olarak I. Dünya Savaşına katılmış. İlk önce, 1915 sonbaharında İtilaf devletlerinin Sırbistan’a saldırması üzerine açılan Makedonya cephesinde savaşmış. Sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ucundan diğer ucuna, Bağdat’ın 150km güneyindeki Kut-ül Amare’ye tayin olmuş, İngilizlere karşı çarpışmış. Aslında Kut ve Amare iki farklı kent, Kut-ül Amare ise ikisini de içeren bölgeye verilen isim. Dünya Savaşı başında İngilizlerin Kut’ta Osmanlı kuşatmasına teslim olması Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı elde edilen ikinci büyük zafer kabul ediliyor. Ancak, bu cephede yerli Arapların düşman safında yer alması ile savaşın sonuna doğru Osmanlı birlikleri bozguna uğramış ve Ârif Bey İngilizlere esir düşmüş. Bu yüzden Osmanlı tebası Arapları hayatı boyunca affedememiş, “Bizi arkadan vurdular” dermiş o günleri anarken. Onun da aralarında bulunduğu askerler Hindistan’daki bir esir kampına sürülmüşler. İki seneyi aşkın bir süre kaldığı kampta herkes İngilizce öğrenirken Ârif Bey bunu bir gurur meselesi yapmış ve yabancı dil öğrenmeyi reddetmiş. Onun yerine çocukluğundan beri yapmaktan keyif aldığı kuş besleyip uçurmayı tercih etmiş. Bu hayatının ilerleyen dönemlerinde de en önemli hobisi olmayı sürdürmüş, İzmir’deki evinde kanarya ve muhabbet kuşu beslemiş. Arkadaşlarının çoğu da kuş besleyen insanlarmış zaten.

İngilizler Hindistan’daki savaş esirlerini 1920’li yılların başında serbest bırakınca Ârif Bey soluğu hemen Istanbul’da almış. Rumelihisarı’nda oturan kızkardeşi Münire’nin evinde kalmış bir süre. Sonra da, Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere, yağ tüccarı kılığında önce deniz yoluyla Samsun’a, sonra oradan Ankara’ya geçmiş. Ayağının tozuyla Eylül 1921’de Sakarya, arkasından 1922 Kütahya Dumlupınar muharebelerine katılmış. Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz sırasında Yunanlılar geri çekilirken yüksek rütbeli bir Yunan askerinin madalyalarını ganimet olarak ele geçirmiş. Birliği, memleketi İzmir’i kurtarmak üzere yoldayken gelen bir emirle Bandırma’ya yönlendirilince buna çok üzülmüş. Orada rahat duramamış, Mudanya Mütarekesi sonrası dört yıldır İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin işgali altındaki Istanbul’a gitmiş. Mondros Anlaşması’na istinaden İtilaf güçleri donanmaları Boğaz’a demir attıkları Kasım 1918’den bir yıl iki ay sonra, Mart 1920’de, Meclis-i Mebusan’ın Misak-ı Milli’yi gizli celsede kabul etmesini bahane ederek Istanbul’u fiilen işgal etmiş, 6 Ekim 1923’e kadar kalmışlar. Dolayısıyla, Ârif Bey’in geldiği dönemde henüz Istanbul yabancı askerlerin denetiminde, en yoğun bulundukları bölgelerden biri de Pera. Ârif Bey köpeğinin boynuna ganimet Yunan madalyalarını asmış, ağzına kendi piposunu vermiş, Türk ordusunun haki subay üniforması üzerinde, başında karakul kuzusu postundan yapılmış şayak kalpak, külot pantolon altında çizmeleri, kemerinde muhtemelen Alman yapımı iki Mauser tabanca İstiklal Caddesi’nde Taksim-Tünel arasında bir aşağı bir yukarı turlamış. İşgal kuvvetleri askerleri Ârif Bey’i şaşkınlık ve husumetle süzmüş ama mütareke imzalandığı için bu çılgın Türk’e bir şey yapma cesareti gösterememişler.

Ârif Bey, Kurtuluş Savaşı’nda cephedeki katkıları sebebiyle İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş.

Yeri gelmişken İstiklal Madalyası’nı daha yakından tanıyalım.

İstiklal Madalyası fikri, henüz Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü günlerde cephede savaşmış veya cephe gerisinde katkıda bulunmuş kişilere verilmek üzere gündeme gelmiş, kısa sürede, Nisan 1921’de kanunlaşmış. Açılan tasarım yarışmasını para ve nişan tasarımı işleriyle uğraşan hakkak Mesrur İzzet Bey kazanmış.

Madalyanın ön yüzünde üstte Ankara, ortada TBMM görülür. TBMM’nin sağında 23 Nisan, solunda ise Hicri 1336 (1920) yazılıdır. Madalyada resmedilmiş tek insan figürü ön yüzde kağnı ile cepheye silah taşıyan Anadolu kadınıdır. Madalyanın arka yüzünde ay yıldızla çevrilmiş Misak-ı Milli sınırlarını gösteren Türkiye haritası bulunur. Haritadaki tek yıldız Ankara üzerinde olup oradan çıkan ışınlar ülkenin farklı bölgelerine uzanır. Altta madalyanın yapılış tarihi 1 Teşrinisani 1338 (1 Kasım 1922) yer alır. 35x55mm çapında, ağırlığı 15,5gr olan oval madalya sanıldığının aksine altın değil pirinçten yapılmıştır.

Kırmızı kurdeleli madalya cephede bizzat savaşanlara, yeşil kurdeleli savaş zamanı TBMM’de bulunanlara, beyaz kurdeleli cephe gerisinde yardımı geçenlere, kırmızı/yeşil kurdeleliler ise savaşta TBMM’de bulunup cephede savaşanlara verilmiş. Toplam 95.000 madalyanın 17.500 tanesi aralarında Ârif Bey’in de bulunduğu subaylara takdim edilmiş. İstiklal Madalyası diğer madalyalardan farklı olarak kalp üzerinde değil göğsün sağında taşınıyor.

Kurtuluş Savaşı’nda kahramanlık gösteren üç şehir, Antep, Maraş ve Urfa ile Istanbul’dan Anadolu’ya cephane taşıyan kayıkçılara şükran mahiyetinde İnebolu da İstiklal Madalyası’na layık görülmüş.

1723550677.png

Fotoğraf: İstiklal Madalyası, 1923.

Ârif Bey Kurtuluş Savaşı’nı müteakip İzmir’e dönmüş. Farklı kamu dairelerinde memur olarak çalışmış. 1924 yılında İzmir Belediyesi başkatibi İbrahim Hakkı Bey’in kızı Emine Şadiye Hanım ile evlenmiş. 1925’de ilk çocukları Bülent dünyaya gelmiş. Üç sene sonra doğan kızları Berrin ise maalesef iki yaşında hayata veda etmiş.

Eşi tekrar hamile kaldığında sağlık sorunları sebebiyle gebeliği ciddi tehlikeye girmiş. Ailede doğumları yaptıran ebe “Annenin sağlığı açısından bu çocuğun doğmaması lazım” demiş. Allah’ın bir lütfu, kadın doktoru Kamuran Bey kürtajın olacağı hafta Avrupa’da seyahatte bulunduğu için operasyon ertelenmiş. Emine Hanım’ın annesi Hayriye Hanım’ın aklına iki ev ötede oturan bir başka kadın doktoru gelmiş; “Mahmut Bey var, ona gidelim”. Muayene sonrası doktor “Kontrol altında doğum yapabilir” demiş ve doğumu evde bizzat kendisi gerçekleştirmiş.

1723550721.png

Fotoğraf: Yıl 1929. Ârif Bey, Emine Hanım, oğulları Bülent ve kızları Berrin.

Bu sayede Emine Hanım sağlıklı bir kız çocuk dünyaya getirmiş. Bebek o denli çelimsizmiş ki, ninesi “Maşa kadardın, saat kadar yüzün vardı, metelikle çizilmiş gibi de ağzın” dermiş. Ocak-Şubat ayları soğuk, tabii evde kalorifer yok, soba ile ısınıyorlar. Bebeği sarıp sarmalarlarmış, ninesinin tabiriyle “Saman yastık gibi” olurmuş. Altı ay ağlamış. O yüzden ninesinin sallamaktan kolları koparmış, birisi gelse de alsa diye umarmış. Sonra o feryat figan bebek gitmiş, yerine sessiz sakin bir çocuk gelmiş.

Ramazanın yirmisinde doğduğu için “Ramazanda doğan” anlamında Saime adı verilen Hatice Saime, yeşil gözlü, narin bir kızmış.

Annesi Emine Hanım çok marifetliymiş. Herhangi bir örgü veya dikiş kursuna gitmemiş olmasına rağmen, sabah Saime’ye prova yapar, akşama diktiği elbiseyi giydirirmiş.

Bozyaka’da yazları geçirdikleri güzel bir bağ evleri varmış, çevresinde 16 tane çam ağacı olan. Saime yemek konusunda çok seçici olduğu için ailenin zeytinliklerinden gelen ilk hasat zeytinyağı hep ona tattırılır, kalitesi bu şekilde tescil edilirmiş. O henüz 11 aylıkken vefat ettiği için hiç tanışamadığı İbrahim Hakkı Dedesi bağ evinin bahçesinde salıncak için iki ağaç arasına zamanında bir demir koymuşmuş. Saime ve ortanca teyzesi Güzide Hanım’ın kızı Hafize orada çılgınca sallanıp ağaçların yapraklarına dokunurlarmış. Sabah erkenden bağa iner, iki tarafı incir ağaçları ile çevrili bağda yeşil Bardacık inciri toplayıp aç karnına yerlermiş. En büyük eğlenceleri Kayalıklar denen mevkiye gidip aşağıda bulunan Kızılçullu’nu seyretmekmiş. Annesinin vefatından sonra bir daha bağa çıkmamışlar.

1723550775.png

Fotoğraf: Saime Bozyaka bağlarında, 1930’ların ortaları.

Altı yaşındaykenki bir anıyı Saime hiç unutamamış. Atatürk, hem İzmir’i Yunan işgalinden kurtardığı hem de muhtemelen İzmir’li Halit Ziya Uşaklıgil’in ailesinden Latife Uşakizâde ile 1923-25 yılları arası evli kaldığından İzmirliler tarafından özellikle çok sevilirmiş. Temmuz 1938’de sağlık durumu kötüleşince Dolmabahçe Sarayı’nda tedavi altına alınmış. Tabii o dönemde henüz televizyon yok, tüm ülke her sabah liderlerinin sağlık durumunu radyodan dinlermiş.

10 Kasım 1938 günü tüm aile, Saime, babası Ârif Bey, annesi Emine Hanım, teyzeleri ve ninesi misafir odasındaki Blaupunkt marka radyo başında “ajans”ı dinlemek için toplanmışken korktukları kara haber gelmiş. Saime altı yaşında olmasına rağmen o günü gözleri donuklaşarak gayet net hatırlıyor. Evde adeta kıyamet kopmuş. Hüngür hüngür ağlayanlar, Atatürk’ün radyo üzerindeki büstüne sarılanlar… Okullar tatil edilmiş. Evlerinin önünde iki kız çocuk merdivenlere oturmuş, üzerlerindeki siyah önlüğün beyaz yakasını çıkarmış, kalan tek beyaz unsur olan düğmeleri çıkarmak için uğraşıyorlarmış. Bu derin acı ve Atatürk sevgisi o günlerde Saime’nin yüreğine perçinlenmiş.

Daha küçük bir çocukken okula çok meraklıymış. Sokakta karşılaştıkları, sonradan sınıf hocası olacak Atiye öğretmen onun okul merakını öğrenince “Kızı bana getirin” demiş. Ertesi gün o tutturmuş, “Öğretmen beni çağırdı” diye, ne dedilerse ikna edememişler. Böylece, okulun kapanmasına iki ay kala, Dumlupınar İlkokulu müdürünün onayıyla Saime arada sırada dersleri takip etmek için erken yaşta okula gitmiş. Ertesi sene okula yazdırılacağı zaman müdür “Kızı ikinci sınıfa alalım” önerisinde bulunmuş ama teyzesi kabul etmemiş.

Dokuz yaşına geldiğinde, babası İkinci Dünya Savaşı’ndaki seferberlik sırasında, 46 yaşında tekrar askere çağrılmış. Ârif Bey Gelibolu’da orduda görevli iken, eşinin böbrek rahatsızlığı ciddileşmiş. O dönemde modern diyaliz makineleri olmadığı için maalesef Emine Hanım yakalandığı üremi hastalığından kurtarılamamış. Saime iki teyzesi ve ninesinin yanına, babasının evine bitişik avlulu eve taşınmış. Onu bekar olan küçük teyzesi Neyir Hanım büyütmüş.

1723550830.png

Fotoğraf: Soldan sağa Hafize ve Saime ilkokulda, 1930’lı yılların sonu.

Saime 14 yaşına kadar Güzide Teyzesi’nin kızı Hafize ile kardeş gibi yaşamış. Birbirlerine o denli düşkünlermiş ki, hayatları boyunca iki kuzen sarsılmaz bir sevgi bağı ile bağlı kalmış ve düzenli görüşmüşler.

Saime ilkokulda çok çalışkan bir talebe imiş, hep sınıf birincisi, sınıf mümessili.

Saime’nin hayatındaki dönüm noktalarından biri okuma merakını ve tarih sevgisini edindiği İzmir Kız Lisesi. Halasının kızları İzmir Kız Lisesi’ne gittikleri için teyzesi Saime’yi de oraya yazdırmış.

Ortaokul ve lisenin birlikte bulunduğu İzmir Kız Lisesi Karataş’ta, 72 basamak merdivenle çıkılan bir yerde. Harika bir binası varmış, Güzelyalı’ya giderken. Eve 10 dakika mesafede olduğu için Saime okula yürüyerek gidermiş. Ortaokulda Hafize gelip “Ödevi yaptın mı, versene!” diye sorduğunda Saime “Anlat desen kabul ama neden vereyim, kendin yapsana!” dermiş. O günlerden ciddi ve doğrucu Davud imiş anlaşılan.

Okulun ilk günü muavin yoklama sonrası 65 kişilik sınıfın kürsüsüne çıkmış, “Kimler ilkokulu pekiyi ile bitirdi?” diye sormuş; bir sürü el kalkmış. Sonra parmak kaldıran öğrenciler arasında Saime’yi gözüne kestirmiş, dönüp “Sen gel” demiş ve onu sınıf başkanı yapmış. Zehra Aryal Hanım üç sene muavinleri ve bir ara coğrafya hocaları olmuş. İlerleyen senelerde diğer hocaların yanında sürekli “Saime’yi ben keşfettim” diye övünürmüş. Saime, yazısı güzel olduğu için Zehra Hanım’ın sekreteri gibi çalışmış, tüm yazılarını o yazmış.

Çalışkan talebeymiş, birinci sınıfta iftihara geçmiş. İkinci sene de iftihara geçmek istiyormuş ama tarih dersine notu kıt olduğu bilinen Fikret Hanım gelmiş. Saime en az yedi almak peşindeymiş. Velakin hoca kitaba bağlı kalmadığı için öğrencilerin derste not tutması lazım. Buna alışık olmadığı için Saime evdeki Türk Tarih Kurumu’nun tarih kitaplarını okuyarak arayı kapatmaya çalışıyormuş. Onbeş gün sonra tarihten ilk yazılı yapılmış. Fikret Hanım notları açıklamaya başladığında herkesin döküldüğü görülmüş. Sıra ona gelince hocası sormuş:

“Kaç bekliyorsun?”

“Bilmem” demiş Saime.

“Peki arkadaşlarınla konuşurken nasıl geçti demiştin?” diye üstelemiş Fikret Hanım.

“İyi geçti” demiş.

Hoca deftere bakmış, sonra başını kaldırıp “On!” demiş. Saime o an bayılıp yere düşecekmiş gibi hissetmiş. Ve bu tecrübeden hayatı boyunca unutmayacağı bir ders çıkarıp kendine ilke edinmiş:

“O zaman anladım ki, hakkıyla çalışılırsa başarılamayacak hiçbir şey yoktur, Fikret Hanım’dan da 10 alınır.”

İlerleyen dönemde “O notu düşürmemek lazım” diyerek tarih dersine daha çok çalışmaya başlamış. Daha çok çalıştıkça Fikret Hanım’ın dersinin zevkine varmış, hem dersi hem de Fikret Hanım’ı daha çok sevmiş. Böylece 14 yaşında orta ikide de iftihara geçmiş.

“Ondan sonra tarihçi olmaya karar verdim. Hiç de pişman olmadım. Yalnız psikoloji okuduğum zaman, “Eğer tarihçi olmaya karar vermiş olmasaydım psikoloji okurdum” demiştim. Ama kararım kesindi, hiç caymadım. Ondan sonra Fikret Hanım benim okulda velim gibi oldu, bazı hocalar bana kızdı, tarihe çok çalışıyorum diye.”

Saime liseyi çok sevdiği için o döneme ait hatıraları hep taze. Onuncu sınıfta kimya hocasının gadrine uğrayıp ikmale kalınca İngilizce hocası “O kadar tarihe çalışırsan hocan bırakır seni tabii” demiş. O yaz kimya çalışarak geçmiş; konu sevdiği element kimyası olduğu için ikmalden 10 üzerinden 10 almış. İkmal sınavına gelen gözlemci onun sorulara nasıl cevap verdiğini görünce “Çalışkan talebe” demiş; kimya hocası susmuş, bir şey söyleyememiş.

Saime’nin İzmir Kız Lisesi’nden arkadaşları ile dostluğu hayatları boyunca sürmüş. Liseye geçtiğinde aynı sınıftan Sevim Beygo ile çok yakınmış. Gülümser, Sevim Beygo ve Saime her teneffüste bir araya gelirlermiş. Sonraki 70 sene dostluğunu sürdüreceği bir başka Sevim daha varmış. O ve diğer samimi arkadaşı Nurten Fransızca eğitim verilen A şubesindenmiş.

Yıllar sonra Saime, Sevim ve Nurten’in yolları yine kesişmiş. Istanbul’da üniversite okurken Sevim ile üç, Nurten ile iki sene İzmir Kız Talebe Yurdu’nda aynı odada kalmışlar. İkisi de diş doktoru eğitimi almakta olan arkadaşlarının tıpla ilgili hikayelerini dinleyerek geçirmiş bu seneleri.

Aradan uzun, çok uzun yıllar geçmiş. Saime elindeki siyah çerçeve içindeki kırmızı kurdeleli İstiklal Madalyası’nı göstererek, uzun sarı saçlı torununa seslenmiş :

“Bu benim babamın madalyası.”

Altı yaşındaki kız madalyayı tutmuş ve arka yüzündeki Misak-ı Milli haritasını kastederek “Öbür yüzü çok güzel” demiş.

Sonra Saime’nin oğlu söze girmiş:

“Ne diyorsun bu madalyaya kızım?”

“Harika Baba.”

“Bizden sonra senin olacak.”

“Vay derim.”

Saime’ye Arif Bey’in verdiği, çok daha aşina olduğunuz bir başka isim daha var. İftihar edilecek bir evlat olmasını temenni ederek, kelime anlamı tam da bu olan bir isim: Mübahat.

Dedem şu anda huzur içinde yatıyordur herhalde. Çünkü annem ismini sonuna kadar hak ediyor.

1723551090.png

Fotoğraf: Yıl 2017. Saime, torunu Begüm, ellerinde Arif Bey’in İstiklal Madalyası ile.

ERDEM KÜTÜKOĞLU

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz