+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

19

Aug

SEYYAHLARIN GÖZÜYLE İSTANBUL

1724055105.png

*Son zamanlarda okuduğum kitaplarda gezginler İstanbul’u anlatıyor. Bir yabancının gözünden yaşadığımız şehrin anlatımı daha çarpıcı ve ilginç oluyor. Tabii bir kitabı okurken, yazarın kim olduğundan çok, anlatılan dönemde geçen olaylar ve zaman kavramı öne çıkar. Hele ki, şehirlerden söz ediliyorsa; yaşam tarzı, dünyadaki önemli olaylar ve bunların kente aksetmesi, zamanın getirdiği yenilikler, gelenekler vs. tüm bunlar o dönemin şehre yansımasıdır aslında. 1800 ve 1900’lü yılların Türkiye’sinin önemli kenti İstanbul’da bakınız neler neler etkilemiş bu gezginleri!..

Bir şehre denizden girip gezmenin ne büyük zevk olduğunu bilenlerdenim. Tıpkı bir adaya ayak basar gibi çok büyük keyif alırım. Galiba dünyadaki tüm adaları görme isteğimin ağır basmasındaki nedenlerden biri de bu olsa gerek, ya da doğduğum ve yaşadığım İstanbul’umun bana böyle hissettirmesidir, kim bilir?

Karadeniz ile Ege’nin ortasında, adeta bir ırmak gibi manzara sunan İstanbul Boğazı’mızın dünyada bir eşi daha yoktur. Nasıl ki, Napolyon Venedik için ‘Avrupa’nın Salonu’ sözünü kullanmışsa, aynı şekilde İstanbul’a denizden giriş yaptığınızda muhteşem bir sarayın kabul salonuna gelmiş gibi olursunuz. İşte, bu konuda benimle aynı fikirde olan seyyahlarda, ta 1800’lü yıllarda biri Karadeniz’den, diğerleri de Çanakkale üzerinden boğazımıza giriş yaparak aynı duyguyu hissettirmişler.

İlk defa Şark’tan gelip Karadeniz’den Konstantinopol’e giren seyyah Knut Hamsun’un 1899 yılında deniz yolculuğu yaparak, boğazımızdan kente girişindeki anlatımından Üsküdar sahil tarafındaki Anadolu Kavağına dikkat çekerek, burayı ‘küçük şehir’ olarak nitelemesi oldukça enteresan geliyor.

Vapur yolculuğundan ve sıklıkla seyahate eşiyle çıktığından söz etmesinin yanı sıra, yolculuk esnasında tanıştığı Japon, Çinli yolculardan da bahsediyor. Ve nihayet Marmara Denizi, Altın Boynuz ve Boğazın birleştiği yerde kurulu bir payitaht şehrinden “iki yakasında tabiat harikası tepeler ve eteklerinde deniz olan şehir” diye söz ettiği gibi; Moskova ile İstanbul’u şöyle kıyaslıyor: “Onların soğan kubbeli ibadethaneleri varsa, bu şehirden de semaya yükselen beyaz minareler bulunuyor” diyerek panoramik manzaraya güzel bir mistik hava da katmış oluyor.

1724055171.png

Yıl 1842… Danimarkalı diğer seyyah da kendi ifadesiyle ‘Smyrna’ (İzmir) üzerinden Çanakkale Boğazı’nı geçerek, İstanbul’a batıdan giriş yapıyor. Bakınız Andesen’le Masallar şehrinin Odesalı kahramanı Hans Christian Andersen İstanbul’u nasıl tasvir ediyor:

“Marmara Denizi’nde yol almaya başladık. Akşam yemeğinden sonra Marmara sahilleri göründü, deniz biraz durulmuştu, batmakta olan güneş yemyeşil ağaçlı ve parlak beyaz mermer kayalı çok güzel bir adanın üzerine son ışıklarını gönderiyordu; Binbir Gece’yi hatırladım ve çok soğuk olmasına karşın, kendimi bu harikulade masallardaki birinin bir sahnesinde hissettim.”

Evet, böyle ifade ediyordu Marmara Denizi’ne olan hayranlığını ve adıyla müsemma olan adasından -Marmara Adası- mermer çıkmasından ötürü, denizine Mermer Denizi diyordu H.C. Andersen…

Gene 1861-1865 yılları arasında Şark yolculuğu yapan Amerikalı gezgin Mark Twain’in de bu süreçte yolu İstanbul’a düşmüş ve Yunan Adaları’ndan şehre giriş yapmış bir gezgin… Ancak Mark Twain, İstanbul hakkında İskandinav seyyahlar kadar optimist değil. Ama söz konusu İstanbul Boğazı olunca, karamsar olamıyor ve Boğaziçi’nden iki kilometreye yakın bir uzaklıktan baktığında, gördüğü tüm şehirler içinde en güzelinin İstanbul olduğunu saklamıyor ve camilerden yayılan o büyülü havayla birlikte minareleri ve tepeleriyle Boğazı, Haliç ve Galata’yı, karşı yakada da Üsküdar’ı methediyor.

Evet, bir de karadan kente girişten söz edelim. Tabii, yine okuduğum bir roman ile kıyaslama yaparak bu girişi anlatalım. 1904 doğumlu İngiliz yazar ve gazeteci Graham Greene’in ‘İstanbul Treni’ adlı kitabı; adından da anlaşıldığı gibi Ostende’den (Belçika’da bir şehir) İstanbul’a yapılan seyahat ile birlikte, yolcular üzerine kurgulanmış bir gerilim romanında şehre karadan giriş karşımıza çıkıveriyor.

1930’lu yılların yolculuğunda Pera’daki bir otele gelen yolculardan bahsettiği gibi, hükümetin artık Ankara’ya yerleşmesinden ötürü, şehrin bu otelinin çok uluslu personeline rağmen biraz gözden düştüğünü vurguluyor. Ama gene de otelin restoranını ‘Sultanahmet Camii görünümlü’ diye övüyor.

Alışveriş ve çarşıda dolaşmak için rehbere ihtiyaç duyulacağı vurgulanıyor romanda… Taksi ile gezilen şehirde Ayasofya, Sultanahmet Camii, Galata Kulesi ve Altın Boynuz’un batısında Eyüp’e doğru uzanan deniz görülebildiği gibi, evler ve yapılar daha ön plana yerleşiyor. Demek ki şehre karadan girince, göze çarpan ilk şey, binalar ve çarşılar oluyor.

Peki, bu seyyahların geldiği yıllar olan 1800 ve 1900’lerdeki İstanbul’da neler vardı? Osmanlı İmparatorluğu’nun şehre yansımasında İstanbul’da neler etkilemiş gezginleri? Şimdi bunları bir anımsayalım.

1899 yılında Türkiye’ye ayak basan Norveçli Knut Hamsun, kitabın ‘Mücadeleli Hayattan Hilal’in Altında’ adlı bölümünde, dönemin sultanı II.Abdülhamid başta bulunuyor.

Osmanlı İmparatorluğuna tam 33 yıl sultanlık yapan II.Abdülhamid (1876-1909) zamanındaki olayları hatırlamak gerekirse; Birinci ve İkinci Meşrutiyetlerin ilanlarıyla birlikte, 31 Mart Vakası sonrasında hükümdar tahttan indiriliyor ve Selanik’in Yunanistan’a verilmesiyle sürgün hayatı başlıyor, ölümüne kadar Beylerbeyi Sarayı’nda yaşıyor Sultan II.Abdühamid.

Yazlarını yazlık sarayı olan Yıldız Köşkü’nde geçiren Sultan’ın Hamidiye Camii’ne namaza gitme merasimini izleyip, onu yakından görme şerefine nail olan Knut Hamsun bu töreni yabancılara ayrılan bir locadan seyretmek şansına da sahip oluyor.

Gezgin K. Hamsun’dan tam 57 yıl önce İstanbul’a gelen Andersen ise, ilk Avrupa seyahatine çıkmasıyla tanınan hükümdar Abdülaziz (1861-1876) dönemine rast geliyor.

1842 yılında İstanbul’a gelen Danimarkalı gezgin H.C. Andersen, Abdülaziz’in Avrupa yakasında inşası yeni bitmiş yazlık sarayına geçen yıl taşındığını vurguluyor. Ve sarayın mermer sütunlarıyla tam bir Doğu tarzında olduğunu belirttiği gibi, bahçesinden deniz ve Kuruçeşme’ye hâkim olduğunu da dile getiriyor.

Galata, Pera, Ayasofya, Boğaz sahilleri ve Üsküdar o devrin hemen hemen tüm seyyahlarının etkilendiği ortak yerler… Ve aslında bu yerler, bugünkü İstanbul’un gezginlerinin de merakla dolaştıkları güzergahlar değil mi?

Kabristan ve Dervişler

Yaşam ve ölüm iç içedir, hele ki bir zamanların İstanbul’unda bu tamamen kendini belli eder. Yapıların neredeyse hiç olmadığı tepelik kısımlardaki kabristanları da tıpkı camilerin minareleri gibi dikkat çekmiş seyyahların gözünde…

1724055985.png

Nitekim, okuduğum kitaplardaki İstanbul siluetinde kâh Eyüp Sultan çevresindekiler, kâh Boğazdakiler olsun servi ağaçlarıyla mekânı ta uzaklardan belli ederler. Ve bu ağaçlar mezarlıkların sembolüdürler. Hatta, Eyüp Sultan ve civarındaki kabristanların ziyaretçileri hiç eksik olmaz o yılların İstanbul’unda…

Türklerin her ölen için bir servi ağacı diktiklerini ve bu nedenle kabristanların bir orman gibi olduğunu ve uzun uzun servi ağaçlarının altında yer alan mezar taşları, kabristanın ıssızlığı yanından geçen yol bile bu sessizliği bozmuyor. Scutari (Üsküdar) Kabristanı da işte böyle bir atmosferi sunmuş ziyaretçilerine…

“Karşımıza, kabristandaki koyu renkli servilerin sınırını çizdiği güzelim Bebek vadisi ve sayfiye köşkü çıkıyor.” Bu cümle ile gezgin H.C. Andersen, hem servi ağaçları ile kabristanı işaret ederken hem de köy olarak niteleyen Bebek semtini bir vadiye oturtmuş oluyor. Her iki İskandinav seyyah arasındaki fark ise; biri Boğaz’ın semtlerine ‘küçük şehir’ derken, öteki de ‘Kandilli Köyü’, ‘Beykoz Balıkçı Köyü’ gibi sözlerle buralardan köy olarak bahsediyor.

Ve gene dikkat çeken bir dini ritüel daha vardır ki, o da dervişlerin dünyası olan tekkeleridir. Galata Mevlevihanesi ve Üsküdar’dakileri hep ilgiyle izlemişlerdir yabancılar… “Dervişler Müslüman keşişlerdir” diye söz eden Hamsun, -seyyah tamamen kendi dünyasıyla tasavvur edip söylüyor- yere serilmiş postlarla ve sergiledikleri ibadetleriyle seyahat hatıralarında bu konuyu uzun uzun bahsetmiş bulunuyor.

1724056095.png

Semazenlerin giyimleri, dönüşleri ve onları huşu içinde izlemelerinin yanı sıra, tabii ki o devrin yaşmaklı ve kırmızı fesli insanları da giyim kuşamlarıyla bir o kadar dikkat çekmiş seyyahlar tarafından.

İstanbul’un başıboş sokak köpeklerini sıkça dile getiren Mark Twain, insan kalabalığından, garip kostümlerden, atölyelerin bile cadde üstünde olmasından yakınıyor ve etrafa yayılan kötü kokuların ise, ona Çin Mahallesini anımsattığından dem vuruyor. Bana asıl ilginç gelen ise, o zamanın İstanbul’unun kalabalığından ve yollarının darlığından şikayetle, bir milyon nüfuslu bu şehri, New York’un ancak yarısı kadar bir yeri kapladığına işaret ederek, bu yolla iki şehri benzetişi oluyor.

İstanbul’da, zamanda yolculuğa çıkınca, hele bir de yabancı gezginlerin ve yazarların gözüyle şehirde dolaşmaya başlayınca, gözümüzün önüne bambaşka bir şehir çıkıyor. Tabii bu çok normal zira; 2021 yılına girdiğimiz şu günlerde ta gerilere giderek, dönemsel farkındalığa yolculuk yaparak, farklı anlarda ve farklı dünya görüşüne sahip insanlarla kendi şehrinizi tanımak ve anlamak böyle bir şey olsa gerek! Zamanda ve mekânda yolculukta boyut değiştirip ta o yıllara giderek, geçmişin sarmalında ütopik bir gezinti yapmış olduk.

1724056192.png1724056214.png

Filiz SEVER

Kaynak;

-İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, K.Hamsun- H.C.Andersen, YKY Yayınları

-Türkiye Seyahati, Mark Twain, Yirmi Dört Yayınevi

-İstanbul Treni, Graham Greene, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

-Osmanlı padişahları kronolojik listesi.

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz