+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

07

Aug

BEŞİKTAŞLI İLK SULTAN II. ABDÜLHAMİT VE O'NUN ERMENİ PAŞASI

Sultan 2.Abdülhamit’in hangi futbol takımını tuttuğunu bilmiyoruz. İyi ki de bilmiyoruz, bilsek bir de oradan ikiye bölünürüz. Bir o eksikti. Zaten son zamanlarda kendisi o kadar ağızlara pelesenk oldu ki hünkarın hakkında bilmediğimiz ve spekülasyon yapmadığımız yalnızca tuttuğu takım kaldı. Lakin kendisi malum gerçek anlamda Beşiktaş’ta oturan ilk sultanımız olduğuna göre yakışmaz ona başka takım tutmak. Hele bir de Beşiktaş külübü, yani BJK tam da onun iktidarı zamanında, 1903 yılında onun mahallesinde kurulmuşsa. Bugünleri görse gurur duyardı rahmetli. Gerçekten de bir futbol kulübünün bu semtte kurulmuş olması burada yaşamın artık iyice oturduğunu bize göstermektedir. Yazımızın konusu Sultan 2. Abdülhamit’in tuttuğu takım olmaktan çok, Beşiktaş’ın ilk saltanat sakininin bir diğer az bilinen yönünü, yakın çevresindeki Ermeni dostlarından söz etmektir.

İlk olarak şunu belirtmek gerekir ki Beşiktaş’ın günümüzde simgesi haline geldiği toplumsal modernlik ve batılılık aslında bir tesadüften fazladır. Osmanlı son dönemlerine yaklaşırken, yeni bir dünyanın ayak seslerinden daha fazlasını hissetmiş, ‘değişmezsen yok olursun’ fikrinden yola çıkarak, öncelikle fiziksel ve coğrafi değişim girişimleriyle işe koyulmuş, bunların başında da artık eski köhne sistemle özdeşleşmiş tarihi yarımadada modern bir kent kuramayacağı düşüncesiyle, Modern Türkiye’ye giden yolda yeni kenti Haliç’in öte yakasında kurmaya karar vermiştir. Dönem yalnızca yeni kent kurulması şeklinde değil, yeni bir yönetim sistemi ve iyi eğitilmiş uluslararası nitelikte, hatta ilk kez profesyonel adını verebileceğimiz yönetcilerin imparatorluğun yönetimine getirilmesi şeklinde gelişmiştir.

İmparatorluğun yönetim merkezinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’nın bu gayrimüslim vatandaşlarının ikamet ettiği bölgeye yakın bir konuma, Beşiktaş’taki Çırağan ve Yıldız saraylarına taşınması da bu fiziksel değişikliği kolaylaştıran bir etken olmuştur. Söz konusu süreçte de, Anadolu topraklarının, kadim halkı ve Osmanlı’nın sadık dostu Ermeniler ön plana çıkmaya başlarlar.

Zaten 19. yüzyılın başlarından itibaren, giderek artan şekilde OsmanlıErmenileri varlıklarını güçlü bir şekilde hissettirmeye başlamışlardır. O ana kadar kendi halinde bir millet olarak bilinen Ermeniler, Osmanlı’nın dışa, özellikle de Avrupa’ya açılma çabalarına koşut olarak zanaat ve mimarlık başta olmak üzere, hem de dönem itibarıyla devşirilmeksizin, kendi milli kimlikleriyke ortaya çıkar, Osmanlı’nın son yüzyılında inşa edilen neredeyse tüm saraylara ve camilerin planlarına imza atan Balyan ailesi gibi, yaşadıkları çağa damga vururlar.

‘Kalfa’ olarak adlandırılan, aslında saray mimarı olan ve büyük saygı gören ancak bir rütbe verilmeyen Ermeniler dışında ‘paşa’ rütbesini alan Ermeniler de olmuştur. Ve de ne ilginçtir ki bunların ortaya çıkışı sultan II. Abdülhamit döneminde gerçekleşmiştir. Bu yazının konusu da işte bu Ermeni paşalardan biri olacaktır.

Bu kişi Kazazyan Agop Paşa’dır. İlk olarak Paşa’mızın isminden başlayacak olursak, Kazaz sözcüğünün ham ipeği işleyerek iplik durumuna getiren kişinin mesleğine verilen isim olduğunu görürüz. Agop paşa dokuma işiyle uğraşan bir aileden gelmektedir. Kazazlık o dönemde Ermenilerin çoklukla yaptığı bir iştir. Kazazyan yani Kazazoğlu soyadı da bunu kanıtlamaktadır. Lakin bu, paşanın yalnızca soyadıdır çünkü kendisinin ipekle pamukla hiç işi olmamış, bürokraside yükselmeyi tercih etmiştir. Dönemin koşulları da buna olanak sağlamıştır.

Agop Kazazyan 1836’da Hovagim isimli bir esnafın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Ailesinin maddî imkânlarının yetersizliğinden dolayı iyi bir eğitim alamaz. Ancak parlak zekalı ve matematiğinin güçlü olduğu daha başından bellidir. Kariyerine Galata’daki Ermeni kilisesinin muhasebecisi olarak başlar. 1870’de Ebniye Meclisi’ne, 1872’de Galata Bidayet Mahkemesi’ne üye tayin edilir.

1875’te Osmanlı Bankası’nda memuriyete başlar. Keskin zekâsı, mahareti ve hesap işlerine yatkınlığı sayesinde herkesin dikkatini çekmeyi başarır ve kısa sürede bankanın Türkçe Tahrirat (Yazışma) Kalem Müdürlüğü’ne yükselir. Bu sırada bankada yaşanan yolsuzlukları su yüzüne çıkararak İstanbul’un finans çevrelerinde ve sarayda ismini duyurur. İşte sultanla tanışmasını da bu çalışmaları sağlar. Rivayet odur ki, dürüst bir insan olarak tanınan Agop Bey’in bankadaki yolsuzlukların üzerine bu kadar gitmesi bankanın müdürü Mr. Foster’i de rahatsız etmiştir. Tam da bu sıralarda Sultan Abdülhamit kişisel servetini yönetecek birisinin arayışına girer. Bu, Mr. Foster için bulunmaz bir fırsat olacaktır. Hemen sultana bu iş için Agop Bey’in ideal kişi olduğunu iletir ve onu yanına almasını tavsiye eder. Mr. Foster bir taşla iki kuş vurmaya hazırlanmaktadır. Zira böylece hem Agop bey’den kurtulacak, hem de sultanın yanıbaşında bir adamı olacaktır. Lakin işler beklendiği gibi gitmez ve Agop Bey’in Mr. Foster’la ilişkilerinde sorunlar daha da büyür. Bunun nedeni ise Osmanlı Bankası’ndaki görevinden memnun olması ve sultanın bu kadar yakınındaki bir görevi arzu etmemesi olmalıdır. Bu yüzden Agop Paşa kendi sorumluluğuyla ilgili kararlarında Osmanlı Bankası’na sürekli zorluk çıkartır.

Hazine-i Hassa yani Sultan’ın kişisel hazinesinin yönetimine atanan Kazazyan Hazine-i Hassa’nın durumuna bakınca tam bir iflas hali görür. Sultanın şahsi borcu bile 300 bin liradan fazladır. Ayrıca hiç bir şeyin kaydı tutulmamıştır, sultanın emlak varlığı hiç bir şekilde değerlendirilmemektedir, deyim yerindeyse giren çıkan belli değildir. Agop Bey işe büyük tasarruf önlemleriyle başlar. Kullanılmayan paraları değerlendirmeye başlar, sultanın emlak varlığının değerini belirler. Kısa sürede geliri ilk aşamada 4 kat, daha sonra 30 katına kadar artmıştır. Bu tasarruf önlemleri tepkiyle de karşılanır zira memurların öğle yemeği bile nasibini almıştır bu önlemlerden. Bu arada Hazine-i Hassa Müdürlüğü de nezaret yani bakanlık haline getirilir ve Agop Bey de paşa olur.

Tasarruf önlemleri tepkiyle karşılanan Agop Paşa hakkında saraya şikayet yağmaktadır. Sultan, doğru yolda olduğuna emin olduğu Agop paşa hakkındaki şikayetlere kulak asmak şöyle dursun, ona aynı zamanda devletin hazinesini yani maliye nezaretini de emanet etmeye kararlıdır. Bunun üzerine 1885 sonunda vekaleten, bir yıl sonra da asaleten maliye nazırı olarak atanır. Aynı anda da Hazine-i Hassa Nazırı’dır. Hakkı olan çift maaş almayı reddeder, tek maaşla görevini sürdürür.

Son dönem Osmanlı’da durum pek karışıktır malum. Kimse birbirini çekememektedir. Devlet adamları arasındaki düşmanlığa varan çekişmelerden o da nasibini alır ve 2 yıl sonra istifa eder. Lakin istifası uzun sürmez, zira kısa sürede maaşlar ödenemez hale gelince yeniden göreve getirilir ve 3 yıl boyunca bu makamda kalır.

Nişantaşı’nda bir evi vardır paşanın. Ama artık emekli olmuştur ve şehirden biraz uzaklaşmak istemektedir. Emeklilik armağanı da Yeniköy’de bir yalı ve bir at olur. Ata binmeyi çok seven paşa bir gün gezinti yaptığı sırada atın aniden huysuzlanmasıyla yere düşer, başını taşa çarpar ve henüz 55 yaşında yaşamını yitirir.

Haber Sultan’a ulaşır, Sultan göz yaşlarına boğulur. Birlikte oturduğu annesi Nikdar Hanım’a başsağlığı mesajını ilettiğinde Nikdar Hanım’dan ‘Bir oğlum öldüyse diğeri sağdır’ yanıtını alır. Agop Paşa’nın cenazesi büyük bir katılımla uğurlanır, Şişli Ermeni Mezarlığı’na defnedilir.

Osmanlı İmparatorluğu ile Ermeniler arasında sorunların ciddi boyutlara ulaştığı ve tam olarak tehcir’e giden yolun taşlarının döşendiği yıllarda bir Osmanlı sultanı ile bir Ermeni muhasebecinin böylesine sadakat ve güvene dayalı ilişkisi dikkate değerdir.

MURAT YANKI

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz