İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Koca koca vezirler Sarayın kapısında (Orta Kapı’da) atlarından inip kapının eşiğinden içeri adımlarını attıkları anda kuzu gibi olurlardı (Reşat Ekrem Koçu). Azil her an başlarına gelebilecek bir şeydi. Azle idamın eklenmesi de gayet yüksek bir olasılıktı.
Kendisine azli bildirilen vezir doğru balıkhaneye yollanırdı. Hem de koştura koştura.
Nefes nefese balıkhaneye vardığında Bostancıbaşı’nın orada (pis pis sırıtarak) dikildiğini görürse şafak atardı azle uğramış vezirde! Çünkü bu idam demekti! Bostancıbaşı ondan hızlı çıkmıştı.
Mazul vezirle Bostancıbaşı arasındaki bu teatral yarışı ciddi ciddi yazan gayet ciddi kaynaklar var! Bana biraz fantezi gibi geldi.
Azil ve idam sadece vezirlerin korkulu rüyası değildi tabi. Başka yüksek makam sahipleri ve bu arada özellikle Harem Ağaları da bu akıbete uğrayıp kendilerini bir anda Balıkhane’de bulabilirlerdi.
Balıkhane’nin içinde minik bir hapishane vardı. Burada, insancıklar, bostancıların gözetiminde, ya idamlarını ya da kendilerini sürgün yerine götürecek tekneyi beklerlerdi.
Saray’ın içinde veya yakınlarında gerçekleştirilecek idamlar bostancıların şefi olan Bostancıbaşı’nın işiydi. (İdam taşrada yapılacaksa başka biri gönderilirdi; Bostancıbaşı Padişah’ın yanı başından katiyen ayrılmazdı.)
Osmanlı siyasetinde idam gayet rutin bir işlemdi ve Osmanlılar’ın bu işi en pratik şekilde ve ortalığı fazla batırmadan yerine getirmeyi tercih etmeleri doğaldır. Nitekim, bu iş öyle kelle uçurmalı filan değildi.
Bu konudaki kaynağım Jean-Baptiste Tavernier (1605 – 1689). Seyyah, “17. Yüzyılda Topkapı Sarayı” (Nouvelle Relation du Palais du Grand Seigneur) adlı kitabının 11. bölümünde konuyu ayrıntılı olarak ele alıyor. Ben gayet inandırıcı buldum anlattıklarını.
İdam aracı, Bostancıbaşı’nın kemeriydi. Kemer, ipekten yapılmış birçok ipten oluşuyordu. İki ucunda birer iri düğüm vardı (tutmak için).
İdamına karar verilmiş kişiye hakkındaki karar okunurdu. Kurban buna en ufak bir tepki göstermez, protesto etmeye filan kalkışmazdı. “Ferman Padişah’ındır” der, sadece namaz kılmak için izin isterdi. O izin verilirdi.
Hemen ardından kemer çabucak adamcağızın boynuna sarılır, iki uçtaki düğümlerden birer kişi tutup kuvvetle çekerdi. Adamcağız anında ölüverirdi. İdamın işi uzatmadan ve acı çektirmeden gerçekleştirilmesine dikkat edilirdi; kurban ölürken beddua etmesin diye.
İdamı mendille gerçekleştirmek gerektiğinde, kurbanın boynuna mendil ip gibi sarılırdı. Cellat, baş parmağına taktığı – okçuların yay germek için kullandığı türden –yüzüğü mendille adamcağızın boynu arasına koyardı ve mendil sıkıldığında gırtlak kemiği kırılıverirdi.
“Ceset Marmara’ya atılırdı” deniyor ama bu ne ölçüde doğru bilemiyorum, en azından idam edilip türbesine gömülen kişileri düşünürsek.
Her ne kadar “kelle almak”, “kellesini istemek”, “kelleyi kurtarmak” vs. gibi ifadeler kullanmak adet olsa da, gerçekte ancak Padişah özel olarak ölenin kellesini görmek istediği zaman kelle kesilirdi. O da mahkum boğularak öldürülüp kanı iyice soğuduktan sonra yapılırdı.
Osmanlılar kan akıtmamaya özen gösterirlerdi. Savaş dışında Müslüman kanı akıtmak doğru bulunmazdı.
Bu keyfi idamlar Tanzimat’la beraber son buldu.
Fotolar: Balıkhane’nin eski hali ve “yeni – eski” hali. Birinci fotoda, sahil yolu yapılmadan önceki denize sıfırlığı görüyoruz; arkadaki inanılmaz büyük ve gösterişli bina (konumuzun dışında olmakla beraber değinmezsek olmaz) Darülfünun olarak yapılıp Meclis-i Mebusan ve Adliye Nezareti olarak kullanıldı. 1933’te yandı ve ortadan kaldırıldı. İkinci fotoda Balıkhane’nin önündeki minik liman net bir şekilde görülüyor.
Egemen Demircioğlu
Yorumlar