İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Kapısını araladığı andan başlayarak ev sahipliği yaptığı her bir devlete, millete, geleneğe kucak açmış şehirlerin ecesi güzel İstanbul’un ağırbaşlı, mağrur, mütevazı bir anıtıdır o. Çağlar açılıp kapanırken gölgesinde bu şehrin, bir köşesinde, sessiz bir tanık durur. Yüce Konstantin elindeki asayla ilahi sesi takip edip sınırlarını çizerken dahil etmişti cennetten bir köşeyi andıran bu tepeyi yeni Roma’sına. Bin yıldan sonra kent dilini ve dinini değiştirirken de fark edilen bu eşsiz köşe, kentin yeni sahibini de basmıştı vicdanına. İlk taşın konduğu andan başlayarak binlerce insanın son durağı olan bu köşede inşa edilen her bir yapı dünya nimetlerinin geçiciliğini, insan hayatının hiçliğini ve ilahi mesajların derin anlamlarını derinden derine işlemektedir gönüllere… Havariyyun Kilisesi ya da Fatih Külliyesi… Ne ad konursa konsun bu esere fark etmez. O şehrin manevi anahtarını saklayan gizli tanıktır.
Evvel
Şehri kendine Yeni Roma belleyen koca Konstantin, meşhur hikâyede anlatıldığına göre eline asayı alıp “kutsal sesi işitinceye kadar” çizmeye devam eder toprağı. İlahi bir yardımla çizilmiş sınırları içinde beş tane tepe vardır o zaman itibariyle. Geçen zamanla beraber kendine yetmeyen kent II. Theodosios tarafından genişletilirken, altıncı ve yedinci tepeler de kendilerine yer bulurlar. Buna yüzyıldan fazla zaman var, bu nedenle Yüce Konstantin’le devam edelim. İlhamla çizdiği sınırlara koca bir duvar inşaatı emreden İmparator, 331’deki görkemli açılışla kentin ikinci başkentliğe yükseldiğini ilan eder.
Bunun detaylarına girmek an itibariyle gereksiz ama değinmeden olmaz. Konstantin, İmparator olunca dört imparatorluk devrini bitirip, “Tek imparator, tek devlet, tek tanrı” ifadesiyle Hristiyanlığa göz kırptığının sinyallerini verir. Vefatına yakın bir dönemde inşasına onay verdiği kilisesine de bu nedenle büyük bir önem atfeder. O dönemki surların dört yüz metre içinde kalan bu yapı dördüncü tepededir. Tam sınırda, dördüncü tepede bir kilise… Mukayese pek mantıklı olmasa da Roma’daki Capitol’e denk gelen birinci tepeye sarayını inşa ettiren İmparatorun neden böyle bir emir verdiği hala tartışılır. Hali hazırda birinci tepede Ayasofya’nın yerindeki Thyke ve Hera tapınaklarının yerine bir kilise yaptırmayıp buraya yeni bir inşaat başlatması, çağının çok ötesindeki seküler yönetim tarzıyla açıklanabilir. Ayrıca tam sınırda olan bu yeni kilise şehrin tam girişinde gelenlere ‘nasıl bir imparatora ait kente geldiklerini’ belli etmek amacıyla da yapılmış olabilir. Tevatür çok ama konu uzun, dönelim. Ömrünün son yıllarına denk gelen bir zamanda, kilise inşaatı devam ederken rahatsızlanır Yüce Konstantin. Şifa aramak için gençliğini geçirdiği Nicomedia’ya gitse de derman bulamaz. Son ana kadar ertelediği vaftizini yaptırıp 337 yılında terk-i diyar eder. Nicomedia’da vefat eden imparator mor bir örtüye sarılı tabutuyla kentine getirilir ve defnedilmeden önce üç buçuk ay boyunca sarayda, taht kavgasının bitmesini bekler. Taht mücadelesinden galip çıkan oğlu Konstantius tarafından, yapımını emrettiği kilisesine defnedilir. Vefatı sonrasında, mabede verilen isimle paralel kilise tarafından ISAPOSTOLOS yani havarilere eş değer kabul edilir. Yapının MARTYRİON denen kısmında on iki havarinin temsil edildiği, on iki porfir lahidin ortasına defnedilmesi de bu sebepledir. Elde kaynak açık ve net olmasa da Konstantin’in ferman gibi bir emirle kendinden sonra vefat eden imparatorların da buraya defnedilmesini istediğine ulaşırız. Bu gelenek 1028 yılına kadar devam eder. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri bahçesinde teşhir edilen porfir Lahitlerin buradaki havari ve imparator lahitleri olduğu söylenir. Belki de bunlardan bir tanesi Yüce Konstantin’in ebedi istirahatini gerçekleştirdiği lahitti.
Konstantin’in inşasını göremediği ama maneviyatını yakından hissettiği kutsal havariler kilisesi 356 yılında tamamlanır. İlk sınavını da 358 yılındaki depremde verir. Depremin yarattığı korkuyu dindirmek için halk Konstantin’in lahdi etrafında çember oluşturup dua ederler. Mevzu hakkındaki başka bir rivayetse Konstantius ’un deprem sonrası kilise zarar görünce babasının mozolesini HAGIA ACHACIUS kilisesine taşıttığı yönündedir.
Günümüze ulaşmayan bu eserin etrafında hayali bir tur atmaya başlarsak ilk karşılaşacağımız şey girişteki Melek Mikail’in heykeli olacaktır. Günümüzde Malta Çarşısı cihetine denk gelen noktadaki heykelin 1296 yılındaki depremle yıkıldığı kaynaklarla doğrulanır. Yine aynı yönde EXOKIONON isimli bir sütun bulunduğundan da kaynaklar sayesinde haberdarız. Gerçi sütunla süsleme eski bir Bizans âdetidir. Tıpkı Konstantin’in kendi adına diktirdiği sütun gibi kentte birçok sütun bulunmaktaydı. Buna rağmen kaynaklarda ayrı ayrı bahsedilse de Mikail heykelinin de bu sütunun üzerinde olma ihtimali bulunmaktadır. Hayali gezimizin rehberliğini devrin tarihçisi Eusebios’a bırakarak derinlere dalalım. “Konstantin bu yapıyı yakıştığı yüksekliğe taşıdı. Temelden çatıya dek ustalıkla boyanmış mermer levhalarla onu dekore etti. En ince ayrıntısına kadar iç çatıyı kurdurdu. Boydan boya altınla kaplattı. Binanın yağmurdan korunması için dış kaplamasını kiremitten değil pirinç levhaların kullanılmasını istedi. Bu pirinç levhaları daha da parlak olsun diye altınla kaplattı. Bunlara bakanlar güneşin yansımasıyla gözleri kamaştı. Bina çok büyük bir açık alanla çevrildi ve dört tarafını revaklarla süslendi.”
Muhteşem yapının asıl önemi ruhaniyetidir. Konstantin’in vefatından hemen sonra Konstantius buraya önce AZİZ TIMETHEUS sonra patrikhanenin de temelinin dayanacağı ANDERAS ve LUKA’nın kemiklerini getirtir. Bu ve bundan sonra defnedilen anıt mezarlara HERON adı verilir. VII. Konstantin, yazdığı Merasimler Kitabında “Taç giyme törenleri burada olur ve yeni imparator bu heronları ziyaret ettikten sonra töreni tamamlayıp meşe üzerinden sarayına dönerdi.” diye aktarır.
İmparatorluğu döneminde kentin akropolündeki Pagan yapılara dokunmayıp buraya kilisesini emreden Konstantin açısından bakarsak kentin en mühim tapınağıdır Havariyyun. Daha akıllarda bile yokken Ayasofya’nın öncülüdür.
Kadın Eli Değen Havariler
1. yüzyıl veya daha layığıyla söylemek gerekirse Bizans’ın muhteşem yüzyılında tahtın ve bahtın mükemmel çifti Justinianus ve Theodora, tam bin yıl öncesinden kentin gelecekteki sevgililerine göz kırparlar. Belki ebadının yetersizliği belki de harap olduğundan Hanedanın emriyle Anthemius ve Isidoros’un maharetiyle yapı elden geçirilir. Prokopios’un Justinianos’un sağlığında kaleme aldığı eserde, İmparator, başka bir tarihçi Codinus’a göre de imparatoriçe tarafından üstlenilen banilik 28/07/552’deki görkemli bir törenle kutlanır. Haris Theodora, belki de Justinianos’un Ayasofya’yı ayağa kaldırmasından olacak yeni yapıya önem atfedip harcamalarını üstlenir. Lakin tarihe geçen Ayasofya’nın daha önce açılmış olması bunu pek gerçeğe uydurmaz. Çünkü 537 yılında ibadete açılan Ayasofya’nın kısa bir süre sonra kubbesi yıkıldığı için tadilata alınması sebebiyle ikinci açılışı 568’dir, bu her iki tarih 550 yılına yaklaşmıyor. Yine de tarihte sözü edilen hoş bir hikayedir. Devam edelim…
“Theodora, Justinianus’tan önce görkemli bir eser ortaya koymak için Efes Artemis tapınağından sütunlar getirtip yine Efes’teki Vaftizci Yahya kilisesine ait planlarla inşaatı sürdürür. Justinianus kendi eserine Büyük Nur, Havariyyun’a Küçük Nur der. Buna rağmen hızla süren inşaat onu korkutmaktadır. Ödemeleri kesilince, bir melek Theodora’ ya bir küp altının yerini gösterir. Justinianus, Havariyyun kilisesinin daha erken açılmaması için şehirde zincir yapan esnafa, sadece kendi kilisesine zincir çıkarmalarını emreder fakat zekasıyla Theodora bu sorunu ipek saçaklarla çözüp daha erken bir tarihte yapının açılmasını sağlar. İnşaatı tamamlanınca geçici bir süreliğine Hagia ACHACHIOS kilisesine defnedilen lahitler buraya getirilir. Önemi perçinlenen yapıyı Prokopios şöyle anlatır.
“Haç planıyla yapılan binanın tam ortasında gizemleri kutsanmayacak olan kişilerin girmesinin yasak olduğu tapınım odası yapıldı ki üstü Ayasofya’nın kubbesinden daha küçük bir kubbe ile örtüldü.”
Yaşadıkları devirlerde bu mabedin güzelliklerini ballandırarak anlatan gezgin ve tarih yazıcılarının elinden bu minvalde eserler her zaman çıka gelmiştir. Hepsi binbir abartı katarak kentin kurucusunun ayağa kaldırdığı bu yapıyı tarifte benzersiz kelimelerle yere göğe sığdıramamışlar. Bunun yanında madalyonun bir de öbür yüzü var. Şehrin kara gününü fethe indirgeyen üslubun görmezden geldiği, fetihten daha da kara bir hadise ise Latin istilasıdır. Kanaatimce kendi ayıbını örtmek için bu konuya değinmeyen tarihçiler Türklerin şehri ele geçirişini acıyla yad ederken, kente kadim bir geleneğin takipçisi sıfatıyla, Osmanlı’nın şehri abat edişini de Bizans’ı taklitle sınırlı tutarlar. Osmanlıdan iki buçuk asır evvel şehre gelen ve onu talan eden bu da yetmezmiş gibi kentin tüm kaynaklarını tüketip hiçbir şey olmamış gibi çekip giden Latinlerin kente attıkları kara imza sadece gözyaşı ve kandan ibarettir. Bu istila sırasında Havariyyun Kilisesi tabi ki pas geçilmez. Kaynaklar, istilacıların Heron’da istirahatini devam ettiren imparatorların lahitlerini yağmaladıklarını hatta iyi tahnit edildiği için o zamana dek bozulmamış Justinianos’un cesediyle karşılaştıklarında bir süre korkudan bir şey yapamadıklarını ama sonra kaldıkları yerden talana devam ettiklerini yazar. İşte bu yağma sırasında kutsal röliklerin birçoğu İtalya’ya kaçırılır. Elli yedi yıllık yorgun süreç sonunda Paleologosların gayretiyle tekrar kazanılan kentteki tüm yapılar elden geçirilir. Bu yağma, talan ve işkence sonrasında kentin ve kilisenin yeni çehresi artık daha sade, vakur ve üzgündür.
Fetih Arifesinde İstanbul
Fatih Cami özelinde ve merkezinde fetih sonrası günler oldukça hareketli geçer. Bu hareketliliğin detaylarına inmeden önce olayların arifesine bakmak ve 29 Mayıs’ı takip eden sürede neler olduğunu anlamaya yardımcı olacaktır. Bizanslı tarihçi Gregoios Trapezentios yapıtında şunları aktarır.
“Ve her kim ki Romalıların imparatoru olur ve öyle kalır. O aynı zamanda tüm dünyanın da imparatorudur.”
1453’ten önce toplam yedi defa şehri kuşatan Osmanlıların tam olarak böyle bir düşüncesi olup olmadığını bilmiyoruz lakin Sultan Mehmet’in vardı. Roma başkentinin kapılarının açılmasıyla beraber tüm dünyanın da açılacağının farkındaydı genç Sultan. Bunun yanında kentin fazla bir ömrü kalmadığını da biliyordu Mehmet. Bu bilgi sadece ona özel değildi. Surun içindekiler de bunun sadece bir zaman meselesi olduğunu biliyor ve dünya hakimiyetinin simgesi olan tahtı bırakmak istemiyorlardı. Kendilerince güçlü görünmek için çözüm aradılar. İmparator Manuel ki son iki imparatorun da babasıdır, devletin ve kudretin devam etmesi için ölüm döşeğindeyken, iki oğluna; Katoliklerle birleşmeyi tavsiye edip bunun Türkleri korkutacağını söyledi. Manuel’in ölümüyle tahta çıkan VIII. Ioannes bu yolda adımlar atmak için girişimlerde bulundu ve uzun görüşmeler sonunda 1439 tarihinde Floransa fermanıyla birleşmenin gerçekleştiğini duyurdu. Duyurur duyurması da Ortodoks halkın hafızası bu tip bir birleşmenin önündeki engel çıkardı. Her ne kadar üzerinden yaklaşık iki asır geçse de halkın Katolikler tarafından açılan yaraları hala tazeydi. Bu yaralar tabi ki sadece istila, kan ve gözyaşıyla sınırlı değildi. Örneğin 1073 tarihinde Papa VII. Gregory “Bir ülke için İslam egemenliğine girmek Katolik kilisesinin doğrularının tanınmadığı Hristiyanlar tarafından yönetilmekten daha iyidir” diyerek Ortodoks Kilisesi mensuplarını yaralamış ve iki kilise arasındaki ayrıma bir ateş daha çaktı. Onun 11. Yüzyıldaki çağrısıysa 4 asır sonra kentin veziri Natoras tarafından bir onur addedilerek karşılığını buldu.
“Kentte Latin külahı görmektense Türk sarığını tercih ederim.”
İki kilisenin karşılıklı aforozu, Latin İstilası gibi acı hatıralar özellikle Bizans tarafında birleşme çalışmalarına sekte vurdu. Mehmet’in tahta çıkmasıyla tehdidin daha da açığa çıkması Konstantinopolis’te tahta çıkamadığı için meşruiyeti sorgulanan tarihin en şanlı imparatoru XI. Konstantin Dragenes Paleilogos’u süreci hızlandırmaya sevk etti. Bu yüzden patrik Gregorios 1451’de İtalya’ya gidip Protokolü tamamlamayı amaçladı. Onun bu girişimleriyle 1452 baharında Vatikan, Kiev Kardinali Isidoros’u 200 okçuyla kente doğru yolladı. Bu hareketle kente manevi bir destek sağlamanın yanında iki kilisenin Katolik çatısı altında birleşmesi için gerekli süreci hızlandırmayı amaçladı. Isidoros Kente geledursun, Ortodoks Patriği Gregorios İtalya’dan ayrılmadı. Bu nedenle de kent tüm kuşatma ve taarruz devam ederken patriksiz kaldı. Bu süreçte kentin dini önderi ISIDOROS oldu. 13 Aralık 1452 tarihinde Ayasofya’da düzenlenen bir ayinle iki kilise Katolik şemsiyesi altında birleşirlerken kentin sakinleri tanrının kendilerini terk ettiğini düşünmekteydi.
Peki birleşme bu kadar kolay mı oldu? Dönemin tarih anlatıcıları, “Halkın bu törene dişlerini sıkıp başlarını öne eğerek katıldığını ve tören biter bitmez Georges SCHOLARIS’in yanına gittiklerini” yazar. Scholaris sıradan biri değildi zira. Birleşmeye şiddetle karşı çıkan hatta kentin belli noktalarında bu konuda propaganda konuşmaları yapacak kadar muhalif bir aktivistti. Her konuşmasında eski patriklerden MARCUS EUGENIKUS’un şu sözlerini tekrar ederdi.
“Kendinizi Katoliklerden, yılandan ve ateşin alevlerinden sakınır gibi sakının.”
Bu sözleri meydanlarda tekrar edip duran Scholaris daha sonra Zeyrek Cami olarak anılacak Pantakrator Kilisesindeki hücresinin kapısına astığı notla, birleşme ayini sonrası kapısına gelen bu kalabalığa cevap verip pasif direnişine fethe kadar devam etti.
BİÇARE ROMALILAR; YOLUNUZDAN NASIL SAPITTILAR SİZİ! FRENKLERİN GÜCÜNE GÜVENEREK SADECE TANRI’DA YATAN UMUTTAN KOPTUNUZ SİZ. YAKINDA YOK EDİLECEK OLAN KENTİN KENDİSİ GİBİ SİZLER DE DİNİNİZİ YİTİRDİNİZ. TANRIM MERHAMET ET BANA. BU MESELEDE İŞLENEN SUÇTAN UZAK VE MASUM OLDUĞUMA VARLIĞINDA SENİ TANIK GÖSTERİRİM.
Konumuz Fatih Cami ve çevre yapıları olsa da dallanıp budaklanan hikâyenin detayları ileri ki olaylarda karşımıza çıkacağı için anmadan geçemiyoruz. Çünkü Sultan Mehmet’in kendine layık göreceği caminin her bir taşında bu yaşanmışlıkların izleri bunca yıl sonra bile devam etmektedir.
1453 yılının 29 Mayıs tarihine Bizans, büyük bir kaosla yaklaşmaktadır. Kaçınılmaz son gerçekleşince bir devir kapanırken genç Sultan Mehmet bir anda Roma’nın varisi oluverir. Fethin hazırlık aşamalarından başlayarak şerri hükümleri harfiyen uygulayan Sultan, şehrin düşmesiyle beraber daha seküler bir portre çizmeye başlar ve kozmopolit politikalar uygular. Bunlardan ilki şeriat kanunlarıyla tanınmış üç günlük yağma hakkının askerlerin elinden alınmasıdır. 30 Mayıs 1453’te öğleden sonra kente giren genç Sultan yağmanın bitmesini emrettikten sonra Ayasofya’ya gider. Burasının camiye çevrilmesini buyurur. Bundan sonra sabık imparator Konstantin’in akıbetini sordurur. Yaklaşın on asır önce Theodora’nın Justinianos’a söylediği gibi imparatorluk pelerinini kendine kefen yapan imparator XI. Konstantin’in cansız bedeni çizmelerindeki çift başlı kartal sembollerinden tanınır ve başı kesilerek Sultan’a götürülür. Rivayet odur ki Sultan Mehmet kesik başın alnından öpüp onu onurlandırmış ve bir orta çağ ironisine örnek olacak şekilde saman doldurtup ibreti alem için farklı illere seyre göndermiş. Fatih unvanını alan Sultan’ın şerri hukuka aykırı davranışları bununla da kalmaz. Kentte Türk Sarığını Latin külahına tercih eden Natoras’a özgürlüğü verilir ve bir nevi İstanbul Valiliği diyebileceğimiz bir göreve getirilir. Bunda neden net bir şekilde Bizans Aristokrasisinin kalanlarından kendine yandaş bir hizip oluşturmaktır. Yine şerri hukuka göre sultanlara hak olarak tanınan eldeki esir ve ganimetlerden beşte birini de kendince alışılmışın dışında kullanmıştır. Fatih esirlerin özgürlüklerini iade edip parayı da kentin imarına harcar. Özgürlüklerini elde etmiş olan Rumlar Fener Bölgesine yerleştirilirken ulemadan homurtular yükselmeye başlar.
Fetihten sonra bu ve buna bağlı nedenlerden dolayı gergin bir ortam oluşmuştur. Bu şartların görüldüğü ortamda, Sultan Okmeydanı’nda eğlence düzenler. Bu eğlenceye damga vuran olaysa Natoras’ın idamı olur. Göz önündeki nedeni Kritovoulos, civelek oğlanlarından birini isteyen Fatih’i reddetmesi olarak aktarsa da işin aslı pek o kadar da basit değildir tabi ki. Fetih gerçekleşmeden önce hatta babası II. Murat’ın sağlığında yaşanan kuvvetli bir hizipler çatışması kendini daha farklı bir şekilde göstermiştir. Bir grup bu fikirleri desteklerken çoğu Fetih’in manevi lideri sayılan başka bir grup ise, Fetih sonrası politikalardan duyduğu rahatsızlığa paralel, Bizans asillerinin tekrar güçlenerek Osmanlı’yı kentten atma ihtimali bu idamın gerçekleşmesini hızlandırır. Fatih’in Bizans asilleriyle olan yakınlaşmasını kendileri için tehdit sayan hizipçi kanat için, kozmopolit bir kent kurma filizlerini yeşerten Fatih’in, Natoras’ı vali yapma fikri bir kıskançlık yaratmış dahi olabilir. Fakat Sultan’ın çevresindekiler maalesef onun kadar geniş bir pencereden bakamadılar. O yüzden Sultan’ın bir sonraki adımlarını geçiştirdiklerini düşünüp kendilerini güvende zannettiler.
18 Haziran 1453 tarihine kadar kentte kalan Fatih, Karıştıran Süleyman Bey’i Subaşı, Hızır Çelebi’yi Kadı tayin edip Edirne’ye döner. Burada kaldığı sırada verdiği tüm emirlere rağmen İstanbul’un nüfusunun arttırılmadığını hatta daha da azaldığı haberini alır. Fetih sırasında Patriksiz kalan halk, fetihten sonra da sahipsizlik hissi yaşayarak kenti terk etmeye başlar. Üç ay sonra kente dönen Fatih, bu durum için yine şerri hukuka aykırı ve hizipçi kanada bir darbe vururcasına Patrikhane’nin yeniden kurulmasını buyurur. Bu emri altında yatan şey belki de çocukluğunda ezber ettiği İskender’in hayatına damga vuran Aristotales’in öğüdüdür.
“Sana bir taraftan zarar gelirse onun başını kes. İki cepheden gelirse onları birbirine düşür.”
Fetih öncesi olaylara tekrar bakarsak yeniden ihyası buyurulan patrikhanenin başına geçecek tek bir alternatif vardır. Georges Scholaris. Peki o tam olarak nerededir? Yaptırılan tahkikatın ardından Scholaris’in, Edirne’de bir ağaya köle olarak verildiği öğrenilir. Özgürlüğü bir şekilde sağlanan Scholaris’in İstanbul’a geldiğinde önünde bir engel daha vardır. O da ruhban sınıfı içindeki rütbesidir. Patrik makamına yetmeyen bu konum düzeltilir ve Gennadius adını alarak Havari Anderas’ın kurduğu Konstantinopolis Patrikliği makamına oturtulur.
Şimdi eldeki tüm bilgiler ışığında Fatih’in bu uygulamasının altında yatan üç nedeni sıralayabiliriz.
1. Rumların gönlünü alıp, bu şekilde onları meşru kılıp denetleyebilmek.
2. Rumları, Katolik etkisinden kurtarmak ve onlara karşı kullanmak.
3. Rumları, Şerri hukuka tabi hizipçilere karşı bir etken olarak kullanmak.
Genç Fatih, bugün rahatlıkla okuyabildiğimiz nedenlerle attığı bu adımları tamamlaması için Gennadios’un saraydaki merasime katılması gerekir. Kendisine güç simgesi bir asa, imtiyaz senediyle beraber değerli taşlarla süslenmiş koşumları olan bir at da hediye edilir. Hizipçi kanadın tahammül sınırlarını zorlayan ise Fatih’in tören sonrası Gennadios’un atına eşlik etmesi olur. Ayasofya kılıç hakkıyla camiye çevrildiği için kentin ikinci mühim yapısı olan Havariyyun kilisesi patrikhane olarak tahsis edilir. Bu mücadeleyi kaybeden hizipçi kanatsa pes etmeye pek meyilli değildi. Bir sonraki hamle iki yıl sonra gelir.
1. BÖLÜM SONU
HİLMİ ÇALIŞ
Yorumlar