İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Büyülü ve esrarengiz Byzantion, Constantinopolis, Kostantiniye, İstanbul…
Bu buğulu, gizemli şehir neden ve nasıl “dünyanın merkezi” kılındığının hikayesiyle, çağların en ilginç öykülerinden birinin sahibi.
Nice yıkımdan geçmiş olsa, ne kadar hor kullanılsa da sihri bozulmayan kent.
Dünyanın en görkemli her şeyini asırlar boyu içinde barındıran sultan.
Bir inanışa göre yerleşim yerini kâhinlerin salık verdiği, ilahi kudretin rüyalarda işaret ettiği adres.
Dünyanın kuruluşu ve kıyametle ilişkilendirilen, efsaneler, tılsımlar ve lanetler şehri.
Kurulduğu toprağın derinliklerinde, “dünyanın başından sonuna akıp giden zamanı ölçen evrensel bir saat işlevi gören mahşeri kubbeyi” saklayan toprak.
Annesi de İstanbullu olan İmam Mehdi’nin ilk görüneceği belde.
23 kez kuşatılan, sadece iki kez düşen, direnişin ve fethin adı.
16 asır boyunca Karadeniz, Akdeniz, Balkanlar ve Küçük Asya’yı denetleme imtiyazı.
Kusursuz heykelleri, devasa anıtları, görkemli sütunlar, süslü yollarla azametini bezeyen; tabloya sonradan minareleri de katmış İstanbul; altın mozaikleri, sırlı çinileriyle tarihin ve doğanın taşa resmedildiği yer.
Dünyanın yedi harikasının bazılarının getirildiği, sanatına erişilmez heykellerin beşiği.
Örneğin, M.Ö. 438’de Feidias isimli sanatçının Olympia’daki mabed için fildişinden yaptığı, Tanrılar Tanrısı Zeus’a ait olan ve ilk yapıldığında sırtında altın pelerini, sol elinde asası, sağ elinde Nike’si bulunan sayısız zümrüt, elmas ve yakut ile bezeli bir tahtta oturan; M.Ö.215’te Bizanslı Filo’nun, yaptığı uzun yolculuklar sonrası yazdığı ve dünyanın yedi harikasını anlattığı kitabında ilk sırada yer verdiği heykel, İstanbul’dadır.
Yapılışından 1000 yıl sonra geldiği İstanbul’da artık pelerini, asası ve orijinal tahtı yoktur çünkü onlar çeşitli zamanlarda Atina’yı yağmalayan istilacılar tarafından parçalanmıştır ama İstanbul’da da 15 metre yüksekliğinde görkemli bir tahtta oturmaktadır.
Karısı Hera’ya ait, 9 metre yüksekliğinde ve antik çağın büyük ustası Atinalı Lisippos ile öğrencisi Bupalos’un birlikte yonttuğu; Sisam Adası’ndan İstanbul’a büyük zorluklarla getirilen, anlatımlara göre ise yalnızca başının dahi limandan Sultanahmet’e dört çift öküzle çekilebildiği heykel de hemen yanıbaşındadır.
Bu iki heykel ile aynı sarayı paylaşan inanılmaz bir heykel daha vardır İstanbul’da. 10 metre yüksekliğinde yekpare zümrütten yontulmuş bir Athena heykelidir bu. Zümrüt, Babil Kralı tarafından ham olarak Mısır firavununa hediye edilmiş, Firavun Sesostris de çağının en zeki ve bilgili hükümdarlarından olan dostu Lindia (Rodos) Kralı Cleobulus’a armağan etmiştir. Zümrüt, adada, Lindia Athena Tapınağı için kült heykel olarak Scillis ile Diponeus isimli sanatçılar tarafından Athena’ya atfen yontulmuştur. Yeşil bir denizi andıran, bakanı derinliklerine çeken bu akıl almaz heykel, Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’a ise M.S. 420’lerde II. Theodosius tarafından yapılan imar hareketleri sırasında getirilmiştir.
Ayrıca antik çağın en güzel heykeli olarak kabul edilen; yüzünün ve vücudunun güzelliğini, gözlerinin çarpıcı bakışlarını görmek için insanların uzak denizlerden yelken açarak haftalar süren yolculukla gelip Knidos (günümüzde Datça’nın batı ucunda kalmaktadır) kentinde ziyaret ettiği güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’in zerafeti kelimelerle anlatılamayan heykeli de aynı dönem İstanbul’dadır. Bu İyonya heykeli, Praksiteles isimli bir sanatçı tarafından yontulmuş ve Atinalı ünlü ressam Nikias tarafından insan tenine en yakın doğallıkla, olağanüstü güzellikte boyanmıştır. “Ege’nin dolunayında insanlara hep aynı yüz ifadesiyle gülümsemiş” olan Knidos’un Afrodit’i 420’li yıllarda bu defa İstanbul’da gülümsemektedir.
Bu dört heykel, Bizans döneminin ünlü “Mese Yolu” (Divan Yolu Caddesi) üzerinde bulunan İmparator II. Teodosius’un başmabeyincisi, sanat tarihçi Lausos’un sarayındadır.
Sarayın Hipodrom tarafından yanında Antiohos Sarayı, Büyük İmparatorluk Sarayu (ki günümüzde yerinde Sultanahmet Camii, Arasta ve Büyük Saray Mozaik Müzesi bulunmaktadır) onun yanında Senato binası, Senato Binası’nın önünde de bin yıllık arena geleneğiyle savaş arabası yarışlarının, törenlerin ve infazların yapıldığı Augusteion Meydanı/Hipodrom (At Meydanı, Sultanahmet Meydanı) bulunmaktadır.
Hipodrom’un “spina” denilen ve yarışmacıların etrafını dönerek yarıştıkları orta bölümünü de muhteşem anıtlar süslemektedir. Güneyden kuzeye doğru; bugün bizim “Örme Sütun” dediğimiz “Colossus”, “Dikilitaş” dediğimiz ve şehri depremlere karşı koruduğuna inanılan porfir Obelisk, “Burma Sütun” dediğimiz üç yılan başlı bronz heykel, kenti düşmanlara karşı koruduğuna inanılan ağzında yılan bulunan kartal heykeli; onun yanında Mısır’dan getirtilen su aygırı ve timsah heykeli, bakışları dehşet uyandıran, bacakları iki insan gövdesi kalınlığında Herakles/Hercules ve aslan heykeli, Romus ve Romulus’ü emziren ana kurt heykeli, eşek üzerinde bir köylü heykeli, kimilerine göre binicisinin Yeşu’yu kimine göre de Bellerofontes ile Pegasus’u temsil ettiğine inanılan at sırtında süvari heykeli, araba yarışlarının efsanevi isimleri Porfirius ile Tomasius’un heykelleri ve bir bakışının 1000 gemiyi savaşa gönderdiği söylenen, Isparta Kralı Menelaos’un karısı Güzel Helen’in (mermere işlenen giysinin inceliği, uçuşan saçların bütün güzelliğiyle) muhteşem zerafetteki heykeli süsler meydanı.
Hipodromun sol tarafında imparatorun oturduğu “Kalisma” denilen locanın üzerinde ise Quadrigae Savaşçılarını temsil eden, üzeri altın yaldızlı, bronz döküm dört atın çektiği savaş arabası yontusu bulunmaktadır.
Hipodromda idamların yapıldığı yerde yüksek bir kemer üzerinde, halkın “eller” diye adlandırdığı tunçtan yapılmış iki büyük el bulunmaktadır. (İdam mahkumları o ellerin altından geçirilerek infaza götürülür. Elleri henüz geçmemişken veya ellerin altındayken her an affedilebilirler. Fakat eller geçildikten sonra infazın engellenmesi mümkün değildir. Böylece imparatorlar, suçluyu son ana kadar elinde tuttuğunu ve affetme yetkisini elden bırakmadığını ve onları güçleriyle koruduğunu göstermiş olur.)
Örme Sütun (Colossus) dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos heykelinden esinlenerek yapılmış; Dikilitaş, İskenderiye’den getirtilmiştir. Taşınma işleminin iki imparator gördüğü, nakil için özel bir gemi inşa edilen obelisk, limandan bugün dikili olduğu yere demirden özel bir yol inşa edilerek taşınabilmiştir.
İskenderiye, Roma ve İstanbul, anıtların birbirine rahatlıkla geçebildiği; kuruluş efsanelerinin birbirine benzediği, hikayelerin birinden diğerine kolaylıkla aktarıldığı bir üçgeni oluşturur, tarihte. İskenderiye İstanbul’un aynası olarak kabul edilir ve denilir ki, “İskenderiye Feneri’ne bir ayna asılsa, İstanbul’da ne olup bittiği görülebilir.”
Roma ve İstanbul zaten aynı imparatorluğun şehirleri olmaktan kaynaklanan ortak siyasi zemindedir. Sonradan onlara katılan İskenderiye’nin ise İstanbul ile bağlantısı, zihinlerde daha çok coğrafi olarak kuruludur. Çünkü İstanbul; Karadeniz’i Mısır Denizi de denilen Akdeniz’e, Bosphorus (İstanbul Boğazı) ile getiren kenttir.
İstanbul’un kurulduğu bu ilk mekanı süsleyen bir başka görkemli yapı ise asırlardır tartışmaların odak ismi Ayasofya’dır. Kubbesi ile göğün yeryüzüne indirildiğine inanılan (çapı en büyük kubbedir çünkü) mabed, başlangıçta Roma bazilikası biçiminde yapılır.
İstanbul’a ait kuruluş efsanelerinden birinde ana kapısının Nuh’un gemisinin tahtalarından yapıldığı ifade edilen Ayasofya’nın günümüzde varolmayan atriumunda (arkadlı avlu) suları üç büyük aslan ağzından akan mermer bir havuz vardır. Havuzun üzerindeki mermerde altın harflerle “Yalnız yüzünüzü yıkamayınız, günahlarınızı da yıkayınız” yazar ve iki yandan bakıldığında da aynı şekilde okunur.
Ayasofya Bazilikası bahçesindeki Julianuous Kitaplığı ise Antik Çağ ve dönemine ait paha biçilmez 120 bin eseri bünyesinde barındıran en önemli kütüphanelerden biridir. Bu kütüphanenin önemi; bir milyon eseriyle dünyanın en büyük ve önemli kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi’nin M.S. 391 yılında meydana gelen Arian karşıtı ayaklanmada tamamen yakılmasından sonra daha da artar.
Kütüphanede ayrıca; iki yüzüne, ortalama 250 bin kelimeden oluşan İliyada ve Odisseia destanlarının küçük altın harflerle yazılı olduğu 37 metre uzunluğundaki yılan bağırsağı da bulunmaktadır.
M.Ö 250 yılında Arhimedes’ce yazılmış olan “Mekanik Teoremlere İlişkin Yöntem” isimli kitabın bir kopyasının 20. yüzyıl başında Haliç’te bir kilisede çıkması insana ister istemez; “bu büyük kütüphanenin günümüze gelebilmiş izlerinden biri mi?”diye sordurur. (1)
Efsaneleri, iddiaları ve eşsiz mimarisiyle dört kez yenilenen Ayasofya “ilahi bilgeliğin mabedi” diye tanımlanmış ve bundan büyüğünün bir daha yapılamayacağı iddiasıyla egemenlik simgesi olarak yükselmiştir. Fakat dünyanın merkezi olmak fikrini simgesel olarak vurgulayan bir başka yapıt daha vardır İstanbul’da. O da Million Kemeri’dir ve Ayasofya’dan öncedir.
Bir dünya devleti olarak zaten hayatın merkezinde olan Roma İmparatorluğu’nun başkenti, Büyük Constantinious olarak bilinen I. Constantinious tarafından Roma’dan İstanbul’a getirildikten sonra başlatılan yeni imar hareketleri içinde imparatorun, Roma’daki örneğinden esinlenerek tüm yolların başlangıç noktasını simgelemesi için yaptırttığı Million Kemeri isimli anıttır bu ve “sıfır noktası” olarak dünyanın merkezini göstermektedir. (2)
Büyük Constantiniuous, yeni başkentini bağdaşmacı bir tarzda ele alarak imparatorluk anlayışıyla davranır. Bu nedenle imparatorluğun her yanından antik çağ eserlerini İstanbul’a getirtir ve şehrin meydan(forum)larını bunlarla süslerken yeni anıtlar yaptırır. İstanbul, onun zamanında “kentlerin kraliçesi” adını alır.
1. Theodosios da, atası Constantinius’in izinden yürüyerek imparatorluk merkezini dünyanın en görkemli kenti yapabilme eylemine devam eder. Başmabeyincisi ve sanat tarihi meraklısı Lausos’u bu işle görevlendirir. Görevini olağanüstü bir başarıyla yerine getiren Lausos; Mora, İyonya, Mısır ve Roma’dan muhteşem eserleri şehre getirtir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi M.S. 420’li yıllar şehir için yeniden büyük inşai faaliyet dönemidir.
İstanbul artık; anıtları, anıtsal meydanları, eşsiz heykelleri ve efsaneleriyle insanların hayal gücünü zorlamaktadır.
Gizemli efsaneleriyle ünlü bir anıt ta çağımızda “Çemberlitaş” diye bilinen Constantiniuos Sütunu’dur. M.S. 330 yılında I. Constantiniuos tarafından kızıl somakiden yaptırılmış ve üzerine, bir elinde mızrak diğerinde haç, başında ise yedi ışın (kimi kaynaklara göre bunlar Hz. İsa’nın çivileridir) bulunan güneş tanrısı Apollon’un heykeli konmuştur. Heykeli, Frigya’lı İlion heykeltıraşlarının elinden çıkmış olan bu esrarlı sütunun yanında üzerinde fil heykeli bulunan bir başka sütün daha vardır. Bizans tarihinin/geleneklerinin derlendiği Patria’lara göre depremlerin birinde fil düşer ve arka ayaklarından biri kırılır. Kentin ikinci forumu (meydanı) olan bu meydanı koruyan görevliler fili kaldırmaya geldiklerinde içinde bir insan iskeleti bulur. Kafatasının içinden bir levha çıkar ve üzerinde “ölüm bile beni Afrodit’in kutsal bakiresinden ayıramaz” yazılıdır.
Ayrıca 574 yılında yazılan İoannis Malalas tarihinde iddia edildiği üzere, Aeneas’ın Troya’yı terkederken Roma’ya götürdüğü, Troya’nın hamisi Tanrı Athena’yı temsil eden Palladium heykeli de Roma’dan İstanbul’a getirilerek inşa edilen forumda, Constantinious Sütunu’nun altına yerleştirilmiştir. X. yüzyıl sonunda yazılmış bir başka Patria’da ise Palladium (Palladion) heykelinin yanı sıra başka heykellerin de aynı yere konulduğu yazılıdır.
Ek olarak kimi kaynaklar, Palladium ile birlikte burada, iki hırsızın gerildiği çarmıh ile gerçek çarmıh parçaları, çoğaltılmış ekmekler mucizesinin ekmek kırıntıları bulunan sepetler ve kaymaktaşından yapılma kutsal yağ kasesi gibi parçaların da bulunduğunu yazar. Ayrıca aynı kaynaklar, sütunun kendisinin de Roma’dan getirilmiş olduğunu ve getirme işleminin üç yıl sürdüğünü belirtir.
Esrarengiz hikayelerle süslü “çemberli taş”ın üzerindeki Apollon heykeli büyük ihtimalle Latin işgalinde yerinden sökülmüştür. Sütun ise yıldırım düşmesi sonucu tahrip olmuş, tehlike arz etmeye başlayınca 1700’lü yıllarda II. Mustafa tarafından çemberlerle sardırılmıştır.
Bu hayal şehirde, gücün ve görkemin bir başka anıtı da Aya Apostoli İmparatorluk Kilisesi’dir. Çağın en büyük ustalarına, akıllara durgunluk verecek şekilde yaptırılmıştır.
Şehrin kurulduğu dördüncü tepe olan ve günümüzde yerinde Fatih Camii’nin bulunduğu alanda bir zamanlar varolan ve tüm azizlere adanmış olan aynı zamanda I. Constantiniuous’un mezar şapelini barındıran yapıda bütün büyük imparatorların şapelleri bulunmaktadır. İmparatorluğun en ünlü ikinci kilisesidir. Bir mezar şapeli biçiminde yapılmış mabedin planı ise Grek haçı şeklindedir. Haçın dört kenarının üstünü dört büyük kubbe örter. Orta bölümü, diğerlerinin iki katı büyüklüğünde altın bir kubbe taçlandırır. Binanın tüm dış yüzeyi altın frizlerle bezenmiş bronzla kaplıdır. Öyle ki yüzeyinden güneş ışınlarının yansıması, seyredenlerin gözlerini kamaştırır. İç duvarlar ile kubbeler Hz. İsa, Hz. Meryem ve Vaftizci Yahya’nın yaşam öykülerini anlatan, birbirinden güzel mozaiklerle kaplıdır.
Parekklesion’u (Bizans döneminde kiliselere bitişik olarak inşa edilen mezar şapeli) on iki kenarlı prizma şeklinde inşa edilmiştir. Üstü, altın kaplama bir kubbeyle örtülüdür. İçerde prizmanın kenarlarını oluşturan duvarların içinde on iki havarinin sarkofagosları (büyük mermer ya da taş lahit) dikey olarak yerleştirilmiş, hepsinin üzerine de mozaik figürleri temsili olarak işlenmiştir. Kubbenin içi ise altın mozaiklerle süslenmiştir.
Anıtsal şehir İstanbul’da, görkem hissini iyice yüceleştiren bir “Altın Kapı” da vardır.
İmparator Büyük Theodosious’un M.S. 390 yılında “barbarlar”a karşı kazandığı zafer nedeniyle kent dışına inşa ettirdiği görkemli zafer takı, yaklaşık 30 yıl sonra II. Theodosious tarafından kentin surları genişletilip yeni surlar inşa edildiğinde, Via Egnatia’nın (Bizans’ı Balkanların batısından Roma’ya bağlayan yolun adı) kente giriş kapısı olarak, yeni surların koruması içine alınır. Benzerinin dünyanın hiçbir yerinde olmadığı söylenen anıtın ortasında görkemli imparatorluk kapısı bulunur. Yanlarında daha küçük iki kemerli kapı vardır. Cephe tamamen altın levhalarla kaplıdır. Kapıların üzerindeki nişler ise çeşitli mermer, bronz ve fildişi heykellerle süslüdür. Akşam güneşi altın levhalara doğrudan vurmaktadır. Ortaya çıkan ışıltılı manzara nedeniyle başkente gelen bütün yabancı heyetler bu kapıdan alınır ve şehre ancak akşam üstü girmelerine izin verilir. Böylece her yabancı bu görkeme tanıklık etmiş olur ve devletin gücünün daha kapıdan girerken gösterilmesi amaçlanır. İmparatorlar da savaş gidiş-dönüşlerinde bu kapıyı kullanırlar.
Mangana Sarayı (zamanında Topkapı sarayının deniz surlarının arkasındaki açıklık alandadır), Hormisdas/Bukoleon Sarayı (Çatladıkapı’da küçük bir kısmı hala görülebilmektedir. Rıhtımında aslan heykelleri ve diğer yapı unsurlarıyla döneminin en görkemli saraylarından biridir.), Blaherna Sarayı (Tekfur Sarayı), Gotlar Sütunu (Topkapı Sarayı bahçesinde), Arkadius Sütunu (Haseki’de), tepesinde at üzerinde heykeliyle Justiniaous Sütunu, günümüzde Kız Taşı diye bilinen sütunu, döneminde Damalis diye anılan Kız Kulesi, Neorion (Eminönü) rıhtımı, Forum Tauri (Beyazıt Meydanı), Forum Bovis (Aksaray Meydanı), Forum Arcadi (Cerrahpaşa), açık ve kapalı dev sarnıçları, görkemli su bendleri, tamamen mermerden yapılmış kilometrelerce mesafede su yolları ve adeta bir yer altı şehri sistemi taşıyan ve sırrı hala çözülemeyen, nereden gelip nereye gittiği belli olmayan devasa tünelleriyle dünyada yaşayan herkesin hayallerini süsleyen, rüya şehir İstanbul, tarihinin en büyük yıkımını ne yazık ki, 1204 yılı Latin işgaliyle yaşar.
Vahşetle kente giren Haçlı orduları, görkemli kenti bir harabeye çevirir. Öyle ki; İstanbul, Osmanlı dönemine kadar, bir daha hiçbir zaman eski görkemini yakalayamaz.
Sahildeki Bukoleon Sarayı’nın altın mozaiklerle kaplı 500’e yakın pavyonu yağmalanır. Antik çağdan bu yana toplanan iki binden fazla heykel tahrip edilir. Hipodromdaki muhteşem anıtlar parçalanır.
Gerçek haçın yarım kulaç uzunluğundaki en büyük parçası, Hz. İsa’nın göğsünü delen mızrağın demir ucu, elleriyle ayaklarına çakılan çiviler, içinde kanının saklandığı altın Chiesola (bugün Venedik San Marco Kilisesi hazine dairesinde sergilenmektedir.) Hz. İsa’nın Golgotha tepesine götürülürken giydiği söylenen gömleği ve başına takılan dikenli tacı, Aya Yani’nin başı Latin yağmasına uğrar. Blahernai Kilisesi’nde saklanan “Meryem Ana’nın mantosu” bu yağmada kaybolur. İmparator locasının üzerindeki Quadrigae savaş arabası heykeli sökülerek Venedik’e gönderilir. (3)
Kentteki bütün bronz heykeller ve Örme Sütun (Colossus)’un üzerindeki tunç kabartmalar askerlere para dağıtmak için sökülerek eritilir.
Bu sefere, Papa III. Innocentius’un ricasıyla katılan Fransız soylularından Baudouin’in Latin İmparatorluğu ilk kralı yapıldığı kentte; gözü dönmüş bir kinle öyle bir yıkım gerçekleştirilir ki; 249 yıl sonra bile hâlâ sıcaklığını korumaktadır ve 1453’te şehrin ileri gelenlerine, (imparatora hitaben) “Latin serpuşundansa Türk’ün sarığı yeğdir” dedirtir.
M.Ö. 657’de Trak kralı Megaralı Byzas (kimi tarihçiler ilk kuruluşu Megaralılar değil Trakların gerçekleştirdiğini, Byzas’ın da Traklı olduğunu savunur) tarafından kurulan ve 2008 yılı itibariyle 2665 yıllık geçmişe sahip bu şehir efsaneler ve tılsımların gizemiyle gelişmiş, çağlar boyu nice insanın hayallerini süslemiştir. (4)
Yüzyılları rüya belde olarak yaşamış, “altın şehir” diye anılmış, “şehirlerin kraliçesi” yapılmıştır. Onun için “Dünya bir imparatorluk olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” denmiş, “bir sengine yekpare Acem mülkü feda” edilmiştir.
Asırlar boyu, masallarda bile bulunamayacak bir görkemin sahibi olmuştur. Herkes onu elde etmek istemiş, bu uğurda nicesi ölümü tatmış.
Sahip olan kaybetmemek için hayatını vermiş. Sahip olmak isteyen de, kaybetmek ile kazanmanın tutkulu git-gel’inde ölümüne oynamış bu egemenlik oyununu.
Toplam 119 imparator (7’si Roma, 82’si Bizans, 30’u Osmanlı) görmüş, üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehirdir burası. İmparatorlara özgü mor renk bu üç dönemde de iktidarını sürdürmüştür. Pagan, Hıristiyan, Müslüman imparatorlar mor giyinmiş, Müslüman imparatorun mor giyinmesi batıda daima sorun olmuştur.
Efsanevi tarihiyle İstanbul, kuruluşundan itibaren 500 yıl küçük bir Megara kolonisi olarak yaşar ve adı kurucusuna izafeten Byzantion’dur. Delphi kahininin “Körler Ülkesi Kalkhedon’un karşısı” diye işaret ettiği yere kurulan şehrin halkı başlangıçta palamut balıkçılığı yaparak geçinir.
İstanbul, M.S. 195’te Roma İmparatoru Septimus Severius’a direnince bedelini ağır öder. Surları dahil her şeyi yerle bir edilir. Hatasını kısa süre sonra anlayan Severius, kenti yeniden surlarıyla birlikte ihya eder. İlk surlar/sınırlar Sirkeci’den Divanyolu’na çıkan yolu takip eder, Filoksenos (Binbirdirek) sarnıcı arkasından Çatladıkapı’da Marmara sahiline iner. Bu duvarların bir bölümü halen Cağaloğlu’nda görülebilmektedir.
Büyük Roma İmparatorluğu ikiye bölünüp te Doğu’da Büyük Constantinious tarafından Doğu Roma kurulunca, şehir “Yeni Roma” (Nea Roma Constantinopolitana) adıyla anılmaya başlanır.
Tarihler M.S. 330’u gösterirken Roma İmparatoru I. Constantinious, üç tarafı suyla çevrili bu kara parçasının stratejik önemini çok iyi kavramış olarak kenti büyütür, yeni yollar, saraylar yaptırır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi imparatorluğun her yanından antik çağa ait sanat eserlerini şehre getirtir.
Kent yerleşimi genişler. Yeni sınırları, bugün izine pek az rastlayabilsek te Unkapanı’ndan Karagümrük’e, oradan da Samatya’ya inen yeni surlarla çizilir. Bu surların kimi bölümleri halen durmaktadır.
Sürekli büyüyen şehir, nihai sınırlarına ise M.S. 420 yıllarında II. Theodosious zamanında ulaşır. Bugün Haliç kıyısındaki Ayvansaray’dan başlayıp Yedikule’de Marmara Denizine iner ve günümüzde “tarihi yarımada” dediğimiz bölge böylece oluşur.
Karadeniz’den Boğaz’a girişte, Boğaz’ı kapatan bir zincir gerilidir. Bir başka zincir ise şimdiki Yenikapı’dan Kız Kulesi’ne gerilmiştir. Gümrük işlemleri olarak adlandırabileceğimiz işlemler bu zincirin başında efsaneleriyle ünlü Kız Kulesi’nde yapılmaktadır. Üçüncü zincir ise Haliç girişini kapatmaktadır. Bir ucu Karaköy’deki Yer altı Camii olarak bildiğimiz yerde bulunan kalın sütunlara bağlıdır. Diğer ucu ise Yenikapı’dadır. Haliç, dünyanın en korunaklı limanlarından biri olarak Bizans donanmasının da, Osmanlı donanmasının da en önemli merkezi olur.
Asırlar boyunca Asya, Avrupa ve Orta-doğu topraklarına hükmeden İstanbul, tarihler 1400’leri gösterdiğinde sadece sur içinde egemendir. 1453, şehir için dönüm noktasıdır.
Bir yanda şehrini ve egemenliğini kaybetmemek için ölümüne direnecek olan XI. Constantiniuous, diğer tarafta şehri ölümüne isteyen Anadolu ve Trakya’nın hükümdarı genç sultan, II. Mehmed.
Dünya egemenliğine giden yolun anahtarıdır İstanbul.
Tutku ve azim ikisinin de geçer akçesidir. Aşkla bağlı oldukları şehir, iki taraf için de destansı bir mücadeleye tanık olur. Biri kaybetmemek diğeri de kazanmak için gücünün son zerresine kadar savaşacaktır. Biri; dehşetiyle ünlü Grejuva Ateşi’ne, diğeri Urban’ın döktüğü devasa toplara ve sayı üstünlüğüne güvenmektedir.
Biri şimdilerde Tekfur Sarayı olarak bildiğimiz Blahernai Sarayı’ndan, diğeri karşısındaki Lykus (Bayrampaşa) deresi tepesine kurduğu otağından yönetir savaşı.
53 gün boyunca hiç durmadan yeri göğü inleten toplar, şehrin ilk sıra surlarını tamamen yokeder.
Bugün sadece su hendeklerinin yeri ile ikinci/üçüncü sıra surların ve kulelerin durduğu İstanbul’un yeni egemeni, şehre girdikten sonra, ölümüne direnen XI. Constantiniuos’un cesedini buldurtur ve gerekli saygıyı göstererek defnettirir.
Artık “Fatih” ünvanıyla anılacak olan Sultan II. Mehmed, dünya egemenliğine giden kapıyı açmış, anahtarı eline almıştır. Roma’nın yeni imparatorudur. Kendini böyle adlandırır ve daima buna göre davranır. Yaklaşımı Büyük Constantinious gibi, farklı dinlerden bütün tebaanın imparatoru olmak şeklindedir.
Patriklik kurumu sürdürülür ve İstanbul’un Müslümanlarca fethedilmesinden Papalığın umduğu, Hıristiyan dünyanın tek egemeni olma şeklinde umulan fayda, böylece boşa çıkarılır. Papalığın oyununu görmüş ve strateji kartlarını buna göre oynamış, ciddi bir Hıristiyan kartını elinde tutmayı başarmıştır. Dünya imparatorluğu Roma’nın güçlü geleneği şimdi Fatih Sultan Mehmed’in ellerinde devam etmektedir.
Şehrin ihya edilmesi, imparatorluk olmanın gerektirdiği anıtsal yapılar, şehrin anıtsal ekseni değiştirilmeden, bu bakış açısıyla şekillenir. Dünyada en önemli egemenlik simgelerinden biri olan Ayasofya bu nedenle yıkılmaz. (Yeni sahibi kendi mührünü vurur sadece. Roma’nın belki de bir numaralı simgesi olan görkemli mabed, artık onundur ve egemeni II. Mehmed’dir. Bu, Roma’nın da egemeni olduğunu göstermektedir.)
Bizans’ın bütün anıtsal yolları ve anıtsal meydanları hiç değişmez. Değişen, hepsinin yeni kimlikleridir. Yeni imparatorun oturacağı saray, bu nedenle eski imparatorun oturduğu saray bölgesine kurdurulur. Hipodromda Maviler ve Yeşiller ismiyle yarışan sporcuların bu geleneği Osmanlı’da Lahanacılar ve Baklacılar olarak devam eder ve biri mavi diğeri yeşil giymektedir yine ve aynı yerde yarışmaktadır. Meydanın adı ise artık At Meydanı’dır.
Fatih Sultan Mehmed, türbesini de Bizans’ın bütün büyük imparatorlarının mezar şapellerinin bulunduğu bölgeye inşa ettirir. Bu bölge aynı zamanda şehrin en ünlü ikinci imparatorluk mabedinin yeridir. Fatih’in camisi, külliye ve medresesi Latin işgalinde büyük oranda tahrip edilmiş bu mabedin üzerine, tamamen yukarıda belirttiğimiz nedenden dolayı inşa edilir.
İmparator olma anlayışı en parlak devrini Kanuni ile yaşar. Mimar Sinan, dünya imparatorluğu olmanın anıtsal mühürlerini çağlara vurur. Süleymaniye, asırlar boyu geçirdiği bütün depremlere rağmen tek bir çatlak dahi almamasını bu anlayışa borçludur. Bu anıtsal mabedin harcında zümrüt, yakut gibi değerli taşlar bulunan “cevahir minaresi” gücün sahibi olma esprisine bir gönderme şeklinde tarihe yazılmıştır.
Selimiye Camii için önce İstanbul’da yer aranması da bu nedenledir.
Şehrin su ihtiyacını karşılamak için yapılan ya da tamir edilen görkemli su yolları ve kemerleri yine imparatorluk olmanın esprileriyle yapılmış, Roma ve Bizanslı ustalara saygı ifade eden nişaneleri üzerinde taşımasında bir sakınca görülmemiştir. (5)
Latin işgalinin getirdiği büyük yıkımın izleri silinmiş, İstanbul yeniden İskenderiye fenerine yansıyacak ışıltıya kavuşmuş, kadim karizmasıyla tekrar üç kıtaya, yedi denize hükmeder kimliğine kavuşmuştur.
İstanbul her açıdan yeniden çekim merkezidir. Dünyanın her yerinden sanat ve bilim adamları İstanbul’a gelip, projelerini padişaha sunar olmuştur. Ali Kuşçi’dan Leonardo Da Vinci’ye, İbrahim Müteferrika’dan Donizetti Paşa’ya, Goltz Paşa’dan De Toth Efendi’ye kadar bir çok isim ilim ve irfanını, yeteneklerini yüzyıllar boyu İstanbul’a taşımış, tasarılarını burada değerlendirmiştir. Bunlardan bir kısmı İstanbul’a yerleşmiş, müslüman olmuş, yeni isimler almış ve bu toprağa gömülmüştür.
İnsanlığın uçma sevdası ilk olarak İstanbul’da Hezarfen Ahmed Çelebi ile vücut bulmuş, ilk roket, dünya havacılık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen Lagari Hasan Bey tarafından yine İstanbul’da imal edilip, denenmiştir.
Kütüphaneleri önemli eserler barındırmış İstanbul, seyyahların, ressamların mutlak uğrak yerlerindendir. Her gelenin, beklemediği kadar uzun kalmasına sebep bir renk harmonisi içindedir.
İstanbul’un, yad ellere ehil sanatkâr göndermişliği de vardır. Dünyada aşkın en önemli simgesel mabedlerinden olan Tac Mahal, İstanbul’dan davet edilen iki mimar tarafından inşa edilmiştir. Bunlar Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmed İsa Efendi ve Mehmed İsmail Efendi’dir. Yapıdaki yazılar ise mimarlarla birlikte İstanbul’dan giden Hattat Serdar Efendi’ye aittir. (6) Böyle bir şaheseri dünya mirasına kazandıran isimler İstanbul’un bereketli atmosferinde filiz verip yetişmiş ustalardır.
Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkasya’da da İstanbul ustalarına ait sayısız eserin hala ayakta olduğunu hatırlatarak yeri gelmişken hemen belirtelim ki; kimi tarihçilere göre Sultanahmet Camii de, I. Ahmed’in, eşi Kösem Sultan’a duyduğu büyük sevdanın nişanesi olarak inşa edilmiştir. Ve Kösem Sultan’ın gözlerinin etkileyici maviliğine nazire olarak mavi çinilerle bezenmiştir.
Memleketin en büyük halısı da Hereke dokuması olarak İstanbul Yıldız Şale Köşkü’ndedir ve yerine duvarlar yıktırılarak yerleştirilmiştir. İmparatorluk sarayları, dünyanın her yerinden gelen ya da gönderilen eşsiz sanat eserleriyle dizayn edilmiştir.
İşte, şimdi içinde yaşadığımız, kıymetini belki bildiğimiz, belki bilemediğimiz İstanbul böyle bir kenttir.
Rüyaların, hayallerin, ümitlerin kentidir. Şarkıların, şiirlerin, kitapların şehridir. İnsanlık tarihinin bir ulu kapısıdır. Söylenecek sözü bitmeyen şehirdir.
Bilinen yanıyla 3 bin yıllık bir tarihten, dünya yönetmiş bir kentten, hangi ülkede kimin kral olacağına irade buyrulan bir merkezden bahsediyoruz. Torunlarımızdan miras bir şehirde yaşıyoruz fakat ne yazık ki, yeterince kıymetini bildiğimiz söylenemez.
Hüseyin IRMAK
Yararlanılan Kaynaklar
– M. Orhan Bayrak, İstanbul Tarihi,
İnkılap Kitabevi, İstanbul,1996.
– Stefanos Yerasimos, Türk Metinlerinde Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri,
İletişim Yayınları, İstanbul, İkinci baskı, Nisan 1993.
– Mehmet Coral, Bizans’ta Kayıp Zaman,
Milliyet Yayınları, İstanbul, Birinci baskı, Mart 1998.
– La Baronne Durand De Fontmagne, Kırım Harbi Sonrasında İstanbul,
Tercüman Yayınları, 1001 Temel Eser Dizisi, İstanbul, 1977.
– İstanbul’un Tekleri,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Seyyar Kitap Dizisi,
İstanbul, 2006
Dipnotlar
(1) : I. Constantinius’un başlayıp oğlu II. Constantinius’un tamamladığı bu ilk Ayasofya, M.S. 405 yılında yanar. İkincisi II. Theodosios tarafından 415’te yaptırılır. M.S. 532 Ocak ayında çıkan Nika ayaklanması sırasında kentin yarısı ile birlikte Ayasofya da yanar. İmparator Justinianous, Hipodrom’da toplanan asileri orada kıstırıp yokederek isyanı bastırdıktan sonra Ayaasofya’yı üçüncü kez inşa ettirir. Mimarları Trallesli (Aydın) Antemios ve Miletoslu İsidoros’tur ve 10 bin işçiyle çalışarak tam beş yıl on ay dört gün içinde mabedin inşasını tamamlarlar. Açılışı ise M.S. 537 yılı Noel gecesi yapılır.
Miletoslu İsidoros, mabedin kubbesini tamamlarken, yüzleri harcın içinde kalacak biçimde üzeri yazılı tuğlalar yerleştirir. Böylece sonsuza kadar baki kalacak mabedinin kubbesine kendi imzasını, duygularını, ruhunu aktarmak istemiştir. “İyonyalıyım ben” diye başlar tarihe mektubu; “Bir’in buyruğuyla gökleri dünyaya indirdik. İlahi bilgeliğin mabedini diktik” diye devam eder ve “Kırkıncı kilit taşının kubbeye oturtulmasıyla misyonumu tamamladığım bu 19 Nisan 537 günü, gerçek duygularımı bu tuğlaların içine nakşettim.” der.
İmparator Justinianus ise bitirilmiş mabedin içine yanında İmparatoriçe Theodora ile birlikte törenle girdiğinde altın mozaik kaplı kubbenin altında durup başını yukarıya çevirerek, gözyaşları içinde “Ey Süleyman, seni yendim” diye bağırır. Eski çağlarda bütün imparatorlar, bütün büyük yapılarını Süleyman peygambere adarlar. Süleyman Peygamber dünyanın en büyük inşaatçısı olarak kabul edilir.
Ayinlerde imparatorun kullandığı bölümün 8 sütun üzerine kurulu bir kubbesi vardır. Kubbenin üzerine bir dünya, onun üzerine de yaklaşık 40 kilo ağırlığında som altından bir haç yerleştirilmiştir. İkonostasis bölümü ise 12 som gümüş sütundan oluşturulmuştur. Ayinlerde kadınlara ait olan üst galerinin sütunlarının ise antik çağın görkemli tapınaklarından getirtildiği söylenmektedir. Kubbeyi ve kadınlar galerisini taşıyan sütunları Efes’teki Diana mabedinden, Atina’daki Minerva Tapınağından, Cybel Tapınağı ve Marmara kıyılarındaki antik şehir Cysique’den getirtildiğine dair kayıtlar bulunmaktadır. Mabed 6000 kandil ile aydınlatılmaktadır, kubbe ortasından sarkan bir kordonun ucunda ise Ruhülkudüs’ün temsilcisi olarak gümüş bir güvercin asılıdır ve tılsımlı olduğuna inanılır. İmparatorun emriyle, her on iki sırada bir üzerlerinde “Tanrının rızasıyla var oldu. Yine o koruyacak” yazılı özel tuğlalar duvarlara konulmuştur.
Büyük Kilise denilen Ayasofya, 23 Aralık 557 depreminde hasar görür, 7 Mayıs 558 günü ise İmparator Justinianus’un da katılmış olduğu bir ayin sırasında meydana gelen büyük depremde ana kubbe çöker, kemerler, saçaklar yıkılır. İçerde oluşan büyük panikte ölenler, yaralananlar olur, imparator zorlukla kurtulur.
Ayasofya’yı yapan mimarlar hayatta olmadığından bu defa Miletoslu İsidoros’un yeğeni, adaşı genç mimar İsidoros, inşa ile görevlendirilir. Genç İsidoros ta kubbeden arta kalan malzemeleri bir kenara ayırmış, amcasının yapım tekniğini çözmeye çalışırken büyük bir tesadüf eseri tuğlalara yazılıp kubbenin içine gömülerek tarihe bırakılmış mektubu 21 yıl sonra gözyaşlarıyla keşfeder.
(2) :“Her yol Roma’ya çıkar” sözünün kaynağı, bu yaklaşımla yapılan şehir düzenlemesidir, anlaşıldığı üzere. “Milliarum Aureum” adıyla anılan Million Kemeri, aynı zamanda sıfır noktası olarak dünyanın merkezi kabul edilir. Yapıda, dört anıtsal kemer vardır ve bunları bir kubbe örtmektedir. Kubbenin tepesinde, I. Constantinious’un annesi Helena tarafından Kudüs ziyareti dönüşünde getirilen gerçek haç bulunmaktadır. Hz. İsa’nın asıldığı bu gerçek haçın 1204 Latin işgali sırasında tahribe uğradığı ve bir parçasının Vatikan’a götürüldüğü bilinmektedir. Bazı parçalarının ise II. Bayezid tarafından Cem Sultan’ı rehin tutmaya devam etmeleri karşılığında Vatikan’a verildiği iddia edilir. Kemerin iki kenarındaki nişleri de I. Constantinous’un ve annesi Helena’nın heykelleri süslemektedir. Million Kemeri anıtından arta kalan bir taş günümüzde hala “Million Taşı” adıyla büyük ihtimalle aynı yerinde, “sıfır noktası” açıklamasıyla Sultanahmet’te sergilenmektedir.
(3) : Napolyon’un Venedik’i işgalinde Paris’e götürülür, uzun süren mücadelelerle yıllar sonra yeniden Venedik’e getirtilir. Başlangıçta açık havada sergilenirken, hava şartlarının olumsuz etkilerinden korumak üzere halen kilisenin kapalı mekanlarında sergilenmektedir.
(4) : Çok tanrılı dönemin efsaneleri ve tılsımlarıyla bütünleştirilen İstanbul’un hikayesi, I. Constantiniuos döneminde imparatorun bağdaşmacı politikalarının etkisiyle Hıristiyanlaştırılarak devam etmiş, sonradan da Müslümanlaştırılmıştır.
İstanbul’un efsane, tılsım ve büyülerle bezeli gizemi, bir çok yerde, yapıda ve anıtta karşımıza çıkar. Özelliklede antik çağın (Domitianus zamanının) ünlü bilgesi Tynalı Apollonios’un şehre gelip yaptığı tılsımların önemli olduğuna inanılır. Şehrin kuruluşu ve tarihi ile ilgili olarak Fatih’in isteği üzerine kaleme alınmış 1491 müslüman metninde ise tılsımlar, sahip değiştirilerek devam ettirilir. Bu metinde de tılsımlar, Kudüs’teki Süleyman tapınağında yaşayan Rukiya isimli 1500 yaşındaki keşişe atfedilir.
Şehir için yer seçimi de, kuruluşu da, önemli mabedleri ve anıtsal yapıların hikayeleri de efsanelerle ve tılsımlarla bezelidir. Büyülü havayı daima besleyen bu durum gerçeklikle gerçek dışılığı iç içe geçirmiştir. Hangisi nerede başlar, nerede biter kestiremez insan. İlk çağlardan itibaren efsaneleri besleyen üçgen Roma-İskenderiye-İstanbul üçgenidir. Antik Çağ ve sonrasında “acaib”likler, tılsımlar, hayranlık ve korku uyandıran büyülü nesneler birinden diğerine serbestçe aktarılır.
İnanışa göre imparatorun kapısındaki üç tunç at heykeli, Ayasofya’nın kubbesinin altındaki sığırcık(güvercin), İstanbul sarnıçlarında çoğalan yılanlardan şehir halkını kurtaran leylekler tılsımlıdır. Zeytin ve balıkta aranan tılsımlar, zeytin tılsımında Roma, balık tılsımında İskenderiye ilişkisini kurar. Yine tılsımlarla kurulan İstanbul-Kudüs ilişkisi, Hadrianus tarafından inşa ettirilip yer altı tanrısı Proserpina’ya adanan Kyzikos (Aydıncık) Tapınağı’nın Kudüs Tapınağı ile Constantinopolis Tapınağı arasında oluşturduğu geçiş, çok tanrılı dinler iktidarını görünür kılan semboller işlevi taşıyan efsane ve tılsımlarda somutlaşır. İstanbul özelinde tılsım olgusunun ve tılsımların Apollonios’la cisimleşmesinin, paganlık ile doğu Hıristiyanlığı arasında yavaş yavaş oluşan bir uzlaşmanın ürünü olduğunu ve en iyi kanıtların da Kostantiniye mekanlarında bulunduğunu yazar tarihçi Stefanos Yerasimos… Ve yine Yerasimos’a göre tılsımlar, şehrin başına gelebilecek felaketler için de aynı zamanda birer girizgah gibidirler.
(5) : Mimar Sinan’ın yaptığı Mağlova Kemeri için uluslararası isimler “hiçbir eser yapmamış olsaydı sadece Mağlova Kemeri onun bir dünya mimarı olmasını ve çağlar boyu yaşamasını sağlamaya yeterdi” demiştir. (O Sinan ki; yaptığı Şehzadebaşı Camii’nin bahçesini çevreleyen havale duvarı kapısının kemerindeki kilit taşı altına -iki taşın birleşme noktasına- silindirik bir boşluk oyup, 400 yıl boyunca bozulmayacak bir mürekkep ile yazdığı mektubu cam şişe içinde yerleştirmiştir. Mektup ile; bu taşların ömrünün 400 yıl olduğunu ve zamanı geldiğinde çürüyeceğini söylemiş, kemeri yenileyecek olan 4 asır sonrasının ustalarına, kendilerinin o kemeri nasıl kurduklarını anlatma inceliği ve sorumluluğu göstermiştir.
(6) : Tac Mahal, Hint İmparatoru Şah Cihan’ın ölen eşi Arcümend Banu (Mümtaz Banu)nun hatırasına Agra kentindeki Yamune Nehri kıyısına inşa edilmiştir. Dolunay zamanlarında uzaydan görüldüğü belirtilen bu esere 1630’da başlanmış, 20 bin işçi kullanılmış, 22 yıl süren bir çalışma ile 1652’de tamamlanmıştır.
Yorumlar