İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Geldim meydana işgal ettim anı yek başına, bilgelik asasını vurdum üç kez mihenk taşına.
Rica ettim ahaliden; kulak verin sesime, mahlasım ‘Rehber Hayali’, vakfettim ilmimi cümle âleme.
Eşrefi mahlûkum her biriniz gibi, cihanı gördüm an be an kâh kalantor kah bir zibidi.
Zamandan önce vardım ve olacağım çok sonraları, gezer dururum hep daim sabahları.
Hasbilgezade Ahmet Faik Efendi rica etti bir yazı hat için, bir şeref oldu bu teklif, bu garip zat için.
Laf uzun peynir gemisi yüklü, yürüsün menzile kalmasın üstümüzde kimsenin zulmü.
Hikmetinden sual olunmayan karar kılınca fiiliyata, “Kun” dedi ve yarattı ilkin kalemi. O kalem ki yekpare inciden ve yerden göğe kadardı. “Yaz” diye buyurdu iradesiyle yaratan kaleme. Mahzun kalem dile geldi “Ne yazayım?” diye. Kıyamete kadar olacakları anlattık sıra Mevla, kalem kaydetti tek tek levhaya. Resul-u Ekrem elli bin yıl der bu süreye. Her şey yazılıp tamam olunca Âdem’i yarattı ve ona yine kalemle öğretti varlığın asıl sahibi. Nuh’a kadar kullanıldı bu yazı, her bir mahlûkun hep bir adı vardı. Nuh’tan gayrı her milliyet icat etti bir yazı, en güzeli hat ile gönüllere kazındı.
Nil ile Fırat arasına vurulan mühür gibi bir yazı vardı kadim yıllarda, Aramice idi adı. Kökeni Fenike ki garp yazısının da atası. Aramice’yi eğip büktü Nebatiler, lakin harfler pek de güzel değildiler. İnanmazsan bak Ümmü’l Cimal’e, En Namere’ye ve dahi Zebed kitabesine.
Sonraları 610 sayılan yılında garbın, Cebrail erişti, Resul-u Ekrem’e. Daha ilk lafında “oku” dedi, kan pıhtısından yaratılan insana. Rabbin, insana kalemle öğrettiğini kazıdı akıllara.(Alak/1-5) Yıllar yılları kovaladı. Kitap tamam oldu yirmi üç yılda, koydu içine külli irade kalem ile ilgili üç lafız daha. “Nun” dedi evvela tıpkı mürekkep hokkasına kalemini daldırır gibi. Yemin etti kaleme ve yazdıklarına koca kitap içinde yek defa.(Kalem/1-7) Sonra, denizlerin mürekkep, dünyadaki tüm ağaçların kalem olması halinde dahi Allah’ın kelamını yazmaya yetmeyeceğini söyledi başka bir ayette.(Lokman/27)
Ayrılık vakti gelir ve kitabın tamamını takiben Resul-u Ekrem terki diyar eder. Kitap yazılır önce, sonra çoğaltılır. Yazının eksiği çoktur düzeltilir. Allah’ın Aslanı Ali’nin gayretiyle, Kufe denen şehirde geçti defterlere hat namına ilk eylem. O Ali bize der ki “Yazının güzelliği elin, dilin ve düşüncenin zarafetidir” Şehirden sebep aldı adını Kufi diye. Oldukça düz ve uzanırdı harfler yukarı ve sağa.
Hadistir bilinir. Allah güzeldir, güzeli sever. Bu hadise biatle asli mühendis fahri hattat İbn-i Mukle eğiverdi harfleri sonsuzluğa uzatır gibi, akıp gittiler Allah’ın yüceliğini anlatır gibi. Yazı sağdan sola akarken kalpte nihayetlendi. Yazılan her bir satır kalbe eren bir yoldu aslında. İlimle uğraşmak kapılarını açıyordu kalbin hali hazırda. Mukle’den sora Amasyalı Yakut aldı meşaleyi. Kesti kamışın ucunu açıyla, kırdı kalemi altıya. Kıstası oldu yazının bu hars, Aklam-ı Sitte için ne denilirse az. Hepsine hala kullanılan birer isim verdi Yakut. “Sülüs” dedi ki yazınının anası bilinir. Bir milimetrelik ucu olan kamış ile diğerlerinden sivrilir. “Muhakkak” sanki evladıdır, Sülüs ile Kufi evliliğinin. Andırsa da daha çok Sülüs’ü yatay kısımları uzanır fazlaca kolları gibi sevgilinin. Daha da kaynaştırmak için harfleri sülüsle aynı boyda istifli “Tevki” kullanıldı vaktiyle sultanlar ve vezirler tarafından, devletin sırlarını saklamaya. Son üçüyse inceciktir, yel üfürse kırılır. Reyhanî bunlardandır, On beşinci asrı miladiye kadar Kuran yazılırken kullanılır. “Nesih” hüner ister, kamışı kırmadan yazmak adına. Okuması ayrı zevk verir adama. Diyelim lazım oldu bir icazet kah padişahtan kahı hocadan, “Rikaa” lazım gelir Nesih’ten daha derli toplu.
Abbasi sonlarında doğru geldi bir büyük buhran. Ortada ne Beytül hikme kaldı, ne de başında bir duran. Sıkıştırdıkça Moğol doğudan ve dahi haçlılar batıdan, bedenden çıkacaktı her bir iman. Kalmayacaktı Arapçayı konuşan ve yazan. Sıkıştıkça daha da özüne döndü hars, Osmanlıya gelecekti öyle ya da böyle mükemmel bir tarz. Ümmiydi Osman, Orhan ise şaibeli, Murad ile oldu okuması yazması tamam. Açılıyordu nihayetinde devleti Ali Osman. 1451’de tahta çıktı İskender-i zaman, Murad bin Mehmet han. Asr-ı saadette emrolduğu gibi açtı kapılarını Konstantin’in kentinin. Yıl be yıl kabul olundu ki Kelamullah Mekke’de arşa indi, Kahire’de okundu ve Asitane nam cennette yazıldı. Belki de malum oldu Resulallah’a da bu yüzden emretti on asır evvelden İstanbul’un fethini. Fethi takiben emretti Mehmet-i fatih sarayı Hümayun inşası, Osmanlı hattının emekleme çağında Ali bin Sofi yazdı kapısına musenna sureyi. Emeklemesi bile dahi gözleri kamaştırıp gelecek adına heyecanlandırdı cümle âlemi.
Zaman Bayezıd-i Veliydi. Geçirdi saltanata kadar hayatını Amasya’da, edindi bir sürü yaran. Karar kıldı Hamdullah’ta atası aslen Buhara’dan. Hamdullah doğumuyla beraber Yakut’un çektiği havayı çekti ciğerlerine ve içtiği sudan içti. Bu yüzden Fenn-ül Hatta asrın Yakut’u payesine erişti. İcazet etti padişahın fermanına göç etti payitahta. Bu vakte kadar Fars geçmişti hattın bayraktarlığına Talik isimli harflerle. Yeri geldi o vakit birkaç söz edelim Talik’ten. Meali Asılı kalmış olan Talik, tüm yalınlığıyla akar gider rüzgârda savrulur suda akar gibi. Ayrıca bir süs kullanılmaz Talik’te çünkü bir şiir gibi sadelik taşımalı ve okşamalı okuyanın ruhunu. Bu sebepledir Acem Diyarında “Hattat” demezler yazı nakış edene. “Hoşnüvis’ kullanılır kalem efendilerine. Hoş yazan anlamına gelen.
Farsın Talik ile aldığı üstün hal gururuna dokundu Bayezid’in ve dert yanmasına hal oldu Okçular tekkesi şeyhi Hamdullah’a ki hem hattat hem de piriydi kemankeşlerin. Kapattı kendini 40 gün ve gece sanki pirinden icazet isteyen şakirt gibi, girdi çileye. Sancılı gebelik son buldu saadetle, zatı Osmanlının yazı sayfasını parlattı bu adetle.
Muhteşem yüzyıl hâsıl oldu Süleyman Kanuni ile Cümle İslam ve Tariki Etrak ulaştı en şahane devrine. Matrakçı Nasuh, Sinan Sermimaran, Nakkaş Osman bırakırlarken şaheser bu devre, tarih yazıldı Karahisarlı Ahmed ile. Yazdı bir mushaf layığıyla kelamullahı, iki tipte besmele kattı şereflendirdi hattı. Gören bir kez daha baktı. Allah bu kadar güzel rahman ve rahim olmadı.
Mustafa sani ise pek sevdi Hafız Osman’ı tuttu elleriyle mürekkep hokkasını, Osman ise yazdı bir hilye gönüllere kapı açtı tahayyül için Resullulah’ı. Kırktan gayrı talebesi ile ardıllarını yetiştirirken hacca giderken bile melekesini yitirmemek için yazmaktan bir saniye geri durmadı.
Ahirinde zamanın, Rakım Efendi geldi silsilenin son halkası ki sadece adına bile bir kitap yazılır. Milat saydı onu hattatlar ondan öncesi ve sonrası olarak. Harf ile kargı kalemi oranladı, padişah tuğralarını en güzel haline ulaştırdı. Pek sevmedi boş durmayı, kah yazdı kahı da çizdi kalemiyle. Çok sonraları dediler ki geçilemez Rakım Efendi. Kim niyetlenirse onu geçmeye geri döner başladığı yere.
En son Kazasker Mustafa İzzet vardı, benim güzel efendim. Pek ulaşamadı ne Rakım’a ne de Hafız Osman’a ama maharetiyle dikkatini çekti sultan Abdülmecit’in. Süsledi bin küsur yıllık Ayasofya’yı. Kalmadı iltifatta geri Sultan, emretti çıkartıldı kalıbı İzzet’in yazısının matbaa’ya, basılır hala daha boş sayfalara aralansın diye Firdevs Kapısı.
Osmanlı’nın en tepeye diktiği bayrak dalgalanırken tarih sahnesinde, hüsn-ül hatta katıldı sayısız üslup hem de. Çok mühimdi sultanın lafı ve de sadrazamın. Bekası hala mevzu olan devletin sırları satılmasın diye düşmana, bir öneri geldi divana. Bir kılıç gibi ucu kıvrık ve devletin gücünü temsil eden Divani böyle peyda oldu işte. Kimseler pek anlamasın diye. Bindirildi üst üste ve iniverdi adaletin tecellisi gibi başıbozukların tepesine.
Hattat taifesi hala daha terennüm eder bugün bile “kem aletten, kemalat olmaz” diye. Sazlardan kesildi kamışlar, camilerden toplandı yanan kandillerin isleri. O is ki katıldı Arap tutkalına ve seyreltildi yağmur suyuyla dövüle dövüle. Kağıt terbiye edildi cidden nişastayla ve yumurtayla. Çünkü terbiyesiz bünyede durmayan bilgi gibi, hattı taşıyan kağıtta bile bir vakar aranıp durur bu Şehr-i İstanbul’un sokaklarında. Hattat icazet alır hocasından belki kırk yıl çalışarak. Milim milim ilerler sanatında tıpkı yonttuğu kamışın talaşları gibi. O talaşlar ki gelenektir saklanır hattatın bizatihi kendisi tarafından, öldüğü vakit cansız bedenine iman verilirken kullanılan suyu ısıtsın diye. Her hattat inanır ki bu dünyada yazdığı kelamın ağırlığınca hesap verecek Ruz-i Mahşer’de.
Gün bir gün Peygamber hasbıhal ederken sahabeyle, “Bugüne kadar gelen kitaplardaki her şey Kuran’da mevcuttur. Koca Kurandaki her şeye Fatiha haizdir. Fatiha’nın zenginliği Besmelede, Besmele’nin gizi ilk harfi “ba”dadır. Cümle alemin sırrıysa Ba’nın altındaki noktadadır.” Buyurunca Allah’ın aslanı Ali “Ben Ba’nın altındaki noktayım.” demiştir. Boşuna bir böbürlenme değildir bu evde, yolda, bağda, bostanda bunu okuyan ey güzel okur. Nokta yazının mihengi yani ölçüsüdür. Elif yedi nokta boyundadır. Geri kalan harfler elife oranlı. Kesindir ki mana, madden ayrılmaz, noktanın dahi derin bir anlamı vardır. İlimdir, o nokta, cahillerin çoğalttığı. Baştır nokta, varlığın sembolüdür yaratılanın. Tüm sırrın zihne işlenmesi gibi Hak tarafından, tüm ilim değer buldu noktada. Bir daha gördüğün vakit bir hüsn-i hat levha, kulağına çalınsın lakırdım hat hakkında “Hat, her ne kadar cismani aletlerle yazılsa da aslında ruhani bir hendesedir.
İşte böyle ey güzel dostlarım hattın öyküsü, Rehber Hayali anlattı, ne birini atladı ne öbürünü.
Geçti hattatlar dünya denen pencereden bir bir bakarak, gönüllere güzellikleri kazıyarak.
Sizin de kalmasın gözünüz beride, razı olursa kavuşturur bizi Yaradan, ya cihanda ya cennette.
Tek dileğim sizin adınıza hayattan bereketlensin ömrünüz, solmasın bir an bile yüzünüz.
Hilmi Çalış
Yorumlar