İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Allah’ım Karadeniz yaylalarını gezme fikri de nereden çıktı? Ben bu geziye nasıl dahil oldum? Hafif geç kalmış olsam da Trabzon’a doğru uçak havalanırken aklımı bu sorular meşgul ediyordu. Yok, çevremde, gezilere başlamadan veyahut gezinin hemen başında aniden cayıp ortadan kaybolmamla bilinen ben, bu sefer de Trabzon uçağının altını üstüne getirip uygun bir yerde inmeye falan kalkmadım.
Vahide İnci Abufaur ve onun üniversite arkadaşları geçtiğimiz Kasım ayında oturup bu geziyi planlıyorlar, uçak biletleri hemencecik alınıyor. E peki ben bu planların neresindeyim ki diye sorgulamaya vakit bulamadan kendimi Trabzon uçağında buldum.
Meğersem İnci bana ve Hüseyin Irmak‘a bilet alıyor ve bizi de geziye gıyabımızda zaten dahil ediyor; ama benim gitmeye pek niyetim yok. “Bu sıralar hem çok seyahat ettim hem de yorgunum,” deyip bu güzel geziye gelmeyeceğimi Narin’ce söylüyorum; ama dinleyen kim?
Sonuçta elimde “kırmızı danteli gri valiz” yayla yollarına düşüyoruz. Gezinin sonunda, Vahide İnci Abufaur’un mihmandarlığında yayla yayla Karadeniz’i görme imkanını kaçırmadığıma şükrettim. Siz de mutlaka gezin görün derim.
Aslında Karadeniz’i daha önce defalarca gezmiştim, çok da sevdiğim bir bölgedir. Karadeniz’in güzel havasın ilk Giresun’da teneffüs etmiştim. Kardeşim Pınar KTÜ’de okuyordu, ara sıra ziyaretine giderdim. Daha sonra da Trabzon’a can arkadaşım rahmetli Sibel Kalaycı vasıtasıyla yolum düşmüştü. 2015 yılında ise hayatımda ilk defa tur satın alıp Batum dahil Karadeniz‘i gezmiştim; ama o turun rehberini ve o zamanı hatırlamak bile istemiyorum. Neyse ki bu güzel gezi sayesinde bölgeye dair bütün kötü hatıraları geri dönüşüm kutusuna atmış olduk.
Gelenek bozulmuyor ve tur başlamadan önce sevgili dostumuz Hüseyin Irmak her zamanki gibi gelemeyeceğini çok yoğun olduğunu ben havaalanı yolundayken mesajla bildiriyor. İnciyle konuştuğumda diğer 4 arkadaşın da gelemeyeceğini öğreniyoruz ve beş serdengeçti çılgın kadın rüya gibi bir 9 gün geçiriyoruz. Karadeniz yaylalarının altını üstüne getiriyoruz.
İnci ve Şehnaz sabah erkenden Trabzon’a uçuyor, onlar kısa bir keşif yaptıktan sonra o günün gecesinde ben çıkageliyorum. İnci ve Şehnaz karşılıyor beni, direkt tekneye gidiyoruz. Teknede biraz zaman geçirdikten sonra diğer arkadaşlar da bize dahil oluyor ve işte karşınızda Voltran!
Hayde başlayalım.
https://www.google.com.tr/search?q=macka+yollar%C4%B1+turkusu&oq=macka+yolu+tur&aqs=chrome.1.69i57j0.3801j0j4&sourceid=chrome&ie=UTF-8
Sabah İnci’nin anne ve babasına veda ederek dilimizde “Maçka Yolları” türküsü Karadağ Şelalesi’ne gidiyoruz, şelaleyi gezdikten sonra restorasyonda olan Sümela Manastırı’na şöyle bir uzaktan bakıyoruz. Maçka yolunda yaptığımız kahvaltının başrolünde mıhlama var ve buna yöresel yağlar ile bana yasak olan reçeller eşlik ediyor. Mıhlamayı duymayan yoktur, yine de bu yöresel lezzeti daha yeni tatmış biri olarak mıhlamayla ilgili birkaç kelime etmeden geçmeyelim. Süt, bol Trabzon peyniri ve elbette Trabzon tereyağının bu enfes harmonisini yerinde yeme ayrıcalığına erişmekle kalmadım bir de kuymak ile mıhlamanın farklı şeyler olduğunu da öğrenmiş oldum. Kuymakta mısır unu varken bize mahir elleriyle mıhlama hazırlayan hanımefendi, mıhlamada mısır unu yerine sadece süt kullandıklarını söyledi. Ayrıca mıhlamanın yanında turşu ikram edilmezse bir şeylerin eksik olacağını da yine bu seyahatimizde tecrübe etmiş olduk.
Bize kaptanlık yapan şoförümüz Reşit Efendi yolumuzun uzun olduğunu söyleyince kahveleri yol üstünde başka yerde içmeye karar veriyoruz. Kendi deyimiyle tipik bir Laz olan Reşit Efendi’den bahsetmeden geçemeyeceğim; zira kendisinin minibüsüyle girmediği yayla ve çıkmadığı yükseklik yok. ‘Yol bozuk gitmeyin!’ diye uyaranlara bile, ‘Tamam, demek ki yol tam bize göre,’ deyip çılgınca atıyordu kendisini yollara. Muhterem şoförümüz her seferinde biz yolda kalmayalım ama diye endişelenerek etrafımızdaki manzaralara dikkat etmezken, ‘onu da yolda kalınca düşünürüz siz etrafınıza bakın bir daha göremezsiniz bu manzaraları’ diyerek bizi sakinleştirirken sanki bize her seferinde o güzel şivesiyle Horatius’tan dersler veriyordu: Carpe Diem. Tabi bir yandan da yol ayrımına gelince ‘Bize aşağıya inmek yakışmaz,’ diyerek maçoluğunu da göstermeyi ihmal etmiyordu.
Artvin’e doğru hızla hareket ederken Borçka Barajı’nda mola verip kahvelerimizi yudumlarken yol güzergâhını planlıyoruz. Güzergâhımızın ilk adresi: Borçka Macahel Yaylası. 12 Gürcü köyünün bulunduğu bu yayladaki 6 köyün bizim sınırımızda kaldığını öğrendik. Gerçi öğrendiklerimiz sadece bununla sınırlı kaldı; çünkü halk kendi arasında Gürcüce konuşuyor ve bizim Gürcücemiz tahmin edersiniz ki pek de akıcı değil. Sisli ve çok çetin geçen yolculuktan sonra kalacağımız yere varıyoruz. Bilen bilir, heybetli ve bir o kadar da hüzünlü duruşlarıyla bende ne hikayeler var bir anlatsam size der gibi yeşillikler arasında sizlere bakan o ahşap yapıları. Ben nedense çok severim onları, hatta eş dost içimdeki ‘balici’ potansiyelini ahşap yapılardaki kokuya meftun oluşuma bağlar.
Burada istisnasız her otel ve pansiyonda ayakkabılar kapının önünde çıkarılıyor. Sebebini romantik gerekçelere bağlayabilirsiniz ama yanılırsınız. Civardaki yolların çamurlu olduğunu ve ayakkabıların çamura bulandığını bilseniz siz de çıkarttırırsınız.
Otel sahibine ve oradaki hanımlara Maral Şelalesi’ne nasıl gideceğimizi soruyoruz, yolu tarif ediyorlar; ancak kimse yolun ne kadar uzun süreceği ve meşakkati konusunda bizi uyarmıyor. Beş çılgın kadın (Voltran) yürümeye başlıyoruz yaklaşık 3 kilometre yürüdükten sonra yorulduğumuzu ve havanın da kararmaya başladığını bahane ederek gerisingeri dönüyoruz ve belki de ‘ormanda yolunu kaybeden kadınların dramı’ diye yedi sütuna manşet olmaktan kurtuluyoruz.
Yolda yabani otlar, dağ çileği ne bulursak yiyerek iniyoruz. Ben, ‘ne vardı dönecek biraz daha yürüsek varırdık, bir kulaç daha atsak karadaydık,’ diye kendi kendime söylenirken bir taraftan da yarın aynı yolu nasıl yürüyeceğim diye kara kara düşünüyorum.
Sabah şelaleye çıkmak için erkenden uyanıyoruz. İnci benim kaygılarımı hissetmiş olsa gerek, otel sahibinden beni arabayla götürmesini rica ediyor ve kızlar yola önden koyuluyor. Yaklaşık 40 dakika sonra yola çıkıp tavşan-kaplumbağa hikâyesini andırırcasına kızları yoldan alıp yeryüzündeki cennet duraklarından Maral Şelalesi’ne iniyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi burada tosbağa ben oluyorum.
Macahel, Gürcistan sınırında Artvin ilinin Borçka ilçesine bağlı olan bir bölgedir. Türkiye’nin yağmur ormanlarıyla çevrili, zengin bitki ve faunasına sahip tek bölgesi desem yanlış olmaz herhalde. Burası haritada ‘Camili’ diye geçiyor, ‘Macahel’ ise Gürcüce orijinal adı ve yaygınlıkla Macahel olarak biliniyor. Kökenleri Gürcü olan Macahel halkı dillerini kendi aralarında konuşarak yaşatmaya devam ediyor.
Şelale gezilip fotoğraflandıktan sonra otele gidip kahvaltı faslına geçiyoruz. Camili Köyü’nde durup ahşap mimarisinin ve ahşap oymacılığının harikalarından kabul edilen Camili Camii’ni geziyoruz, ilginçtir köyde kimse yoktu, hele Cami’de Allah’ın bir kulu yoktu. Biz de fırsattan istifade Cami’nin bahçesindeki meyvelere dadanıyoruz.
Borçka’ya 27 kilometre uzaklıkta olan Karagöl Tabiat Parkı’nı daha önce de duymuştum. Burada çok güzel bir yürüyüş yapıyoruz. Heybetli ağaçlar heyelana direnmiş ama köprüler beşeriyetin acizliğini resimlercesine yıkılıp dökülmüş.
Çok zor koşullarda, zihnimizde heyelanlar Heba Yaylası’na çıkıyoruz. Ben yola bakamıyorum; çünkü yol sisli ve bir o kadar da dağlık… Araba yolda kaydıkça kayıyor, mesleki yaşantımın etkisi burada da aklıma bir manşet düşürüyor: ‘Heba yaylasına giderken heba oldular.’
Yükseklik korkum ve yolun bozuk olması çeneme vuruyor. Konuştukça konuşuyorum. Neyse Heba Yaylası’na heba olmadan varabiliyoruz. Kalacağımız sevimli ahşap evin misafirperver sahipleri Burhan Bey ve eşi Saniye Hanım burada adeta bir komün kurmuşlar ve bizi güler yüzle karşılıyorlar. Ben yorgunluktan dışarı çıkamıyorum ama kızlar artık benim dilimden mi kaçıyorlar yoksa kendilerini doğaya mı atıyorlar bilinmez, yaylayı gezip Kaçkarlar ziyaretini ebedileştiriyorlar. Balı, şarabı, yağı, salçayı ve aklınıza gelebilecek her şeyi evde kendileri hazırlayan bu güzel insanların yanında neyse ki yorgunluğumu kısa sürede atıyorum.
Yanan sobanın kenarında evin kedisi proleter ‘Pisiko’ ile oynaşıp dinleniyoruz. Kızlar ve Sosyalist Burhan Bey eve sırılsıklam ıslanmış olarak dönüyorlar. Saniye hanım bize güzel yemekler hazırlıyor. Yaylada malumunuz elektrik yok, o işi jeneratör görüyor. Yemekten sonra soba başında oturup Sosyalist Burhan Bey ile muhabbet ediyoruz.
Burhan Bey, söz konusu sosyalizm ve işçi hakları olduğunda mangalda kül bırakmazsa da iş çalışmaya gelince miskin miskin sobanın başına kuruluyor ve manifestosunu anlatmaya devam ediyor. Bu durum benim pek garibime gidiyor tabi ve her muhabbette olduğu gibi benim sivri dilim yine sahneye çıkıyor. Karadeniz erkeklerinin oturup kadınlarının arı gibi çalışmasından hoşlanmadığımdan başlayıp sosyalizmin makus talihine kadar gidiyorum. En sonunda Sosyalist Burhan Bey’in şaşkın bakışlarına aldırış etmeden ifade özgürlüğü ve günümüz medyasının perişan halinden dem vuruyorum. Neyse ki Sosyalist Burhan Bey benimle baş edemeyeceğini anlayınca susuyor; ancak bunun acısını, gece bütün odalardan duyulan gök gürültüsüyle karışık horlaması ile çıkarıyor.
Sabah uyandığımızda sis dağılmış. Arı gibi çalışan tipik bir Gürcü kadını olan Yoldaş Saniye Hanım’ın mis gibi kokan taze ekmekleri eşliğinde yaptığımız kahvaltıda kendisinin el yapımı balları ve ev yapımı reçellerini tatma ayrıcalığına erişiyoruz. Hemen hemen her şeyde kivi kullanması dikkatimden kaçmıyor ama yine de sosyalist Burhan Bey ile globalleşme ve sosyalizm konulu bir sohbet açmıyorum. Sosyalist Burhan Bey bana kendi mahsulü Gürcü şarabını nam-ı diğer Çaça’yı hediye ederek benimle barış imzalıyor. Yanılmadınız, şarap da kivili ama ben susmaya devam ediyorum. Karnı doyan ve bu güzel ikramlarla mest olan yalnızca biz değiliz. Ev sahiplerimiz civardaki tilkileri ve evlat edindiklerini ayıyı da besliyorlar. Orada en az bir gün geçiren herkes gibi hemen oraya yerleşelim geri kalan hayatımızı burada geçirelim diye düşünüyoruz ama gezecek daha çok yerimiz var.
Heba Yaylası’nda geçirdiğimiz tadına doyum olmaz günden sonra Batum‘a gitmek için hareket ediyoruz. Yolda verdiğimiz eğlenceli ve bol danslı molalardan sonra Sarp Sınır Kapısı’na geliyoruz. Yurtdışı çıkış harcını yatırdıktan sonra gümrükteki mahşeri kalabalığı zorlukla yararak içeri giriyoruz.
Her yerde mutlaka başıma bir şey gelmezse olmaz. Burada da tuhaf bir olay yaşıyorum. Uyanıklık yapıp kuyruğun en başına geçiyorum tam sıra bana gelecekken memur değişiyor. Değişen kadın memur kimliğime bakarak ‘kimliğinizin süresi dolmuş alamam.’ demez mi? O kalabalıkta boğulup öleceğimi zannettim, gücümün yettiğince bağırarak yolu açmaya çalıştım zar zor kuyruktan çıkabildim. O sırada sınırı geçmiş olan İnci‘ye kendimi duyurmaya çalıştım; çünkü şoförün numarası bende yoktu ve ortada kalmıştım. Ona girişte beni beklemelerini yarım saate gelmezsem de devam etmelerini söyledim.
Başka bir memura doğru yöneldim yine kuyruğu yararak en başa geçtim ve kimliğimi memura verdim. Memur, daha önce ülkelerine giriş yapıp yapmadığımı sorunca içimden, ‘trilyon defa’ demek geldi; ama demedim. ‘Evet daha önce gelmiştim’ dedim. Memur sisteme bakıp ‘5 defa bu kapıdan ülkemize giriş yapmışsınız kimliğinizin yenilenmesi gerekiyor bu defalık girin; ama lütfen kimliğinizi yenileyin’ deyip sınırdan geçmeme izin verdi. Girişte kızlar beni bekliyordu ama ben sinirden tir tir titriyordum. Ben sakinleştikten ve kendime geldikten sonra bir taksi şoförüyle anlaşıp şehir merkezinde bizi bekleyen rehberimizin yanına gittik. Rehberimiz eski bir KGB çalışanıymış. Tanışma faslı bittikten sonra çok yorgun olduğunu söyledi gerçi biz daha önce Batum’u gezdiğimiz için ona muhtaç değiliz.
Bu sefer de yolda benim her gördüğüm binayı anlatma hevesim nüksediyor. ‘Aaa kızlar bakın bu Çarlık zamanının mimarisi, beriki Sovyetler’den miras,’ diyerek verdiğim kıymeti kendinden menkul bilgiler kızları şaşırtıyor. Şehir merkezine yakın otelimiz tarihi, zarif ve oldukça şık. Valizler odaya bırakıldıktan sonra kendimizi Batum sokaklarına atıyoruz.
Batum’da gezdiğimiz yerleri de kısaca belirteyim:
-Yunan Mitolojilisi’nin ünlü karakteri Medea’dan ilham alınarak tasarlanan MEDA Heykeli
-Gürcü Alfabesi ve insanların benzersizliğini simgeleyen Alfabe Kulesi
-Azerbaycanlı yazar Kurban Said’in ünlü romanındaki müslüman çocuk Ali ve Gürcü Prenses Nino’yu temsil eden anıt (Bu anıttaki Ali ve Nino figürleri saat başı iç içe geçiyor.)
-Batum Fener Kulesi ve Liman
-Ermeni Gregorian Kilisesi
-Saint Andrew Heykeli
-Aziz Nikolas Kilisesi
Gezerken acıktığımızı hissediyoruz ve meydanda bulunan şık ve güzel bir restoranda akşam yemeğimizi yiyoruz. Şıkır şıkır ışıklandırılmış meydanda çok güzel bir festivale denk geliyoruz.
Kahvaltıdan sonra alışveriş için kısa bir zaman ayırıyoruz ve dönüş yoluna revan olduk. Memleketimizde bizi Karadeniz yaylaları karşılayacak. Rize’nin Meyvalı Köyü yakınlarında Fındıklı diye bir yer bulunuyor, yolda hiç bilmediğimiz yerlere giriyoruz. Fındıklı da bunlardan biri. Yine Fındıklı’nın tepesinde bulunan Medreseyi ziyaret ediyoruz. Medresenin bakımını üstlenen Yücel Bey ve eşi Emine Hanım bizi çok güzel ağırlıyor. Medreseyi gezdikten sonra yine yollara düşüyoruz.
Maceralı geçen yolculuktan sonra Çamlıhemşin’e gelmiş bulunuyoruz. Pek çok diziye de ev sahipliği yapan ahşap bir otelde giriyoruz. Evin muhteşem bir balkonu ve bahçesi var, benden söylemesi. Çevreyi gezdikten sonra soba başı sohbetleri ve geceleme…
Sabah valizleri odalarda bırakıyoruz ve sırt çantamıza 3 günlük kıyafet alıp etkileyici manzarası olan o yollara düştük yeniden. Engebeli yollardan sonra Huser Yaylası’na varıyoruz. Öğlen yemeği niyetine yine ahşap olan bir evde çorba bulup içiyoruz ve sırada Badara Yaylası var. Burada köylüler bize süt ve çorba ikram ediyor ya da biz bunu ikram zannediyoruz. İlginç bir biçimde köylüler bizden ücret talep ettiklerinde fazlasını bırakıyoruz; fakat aklıma şu takılıyor: Anadolu’da ne zamandan beri ikram edilen şeyden sonra para isteniyor?
Çamlıhemşin’in bir caddelik merkezini geziyoruz ve derelerin kenarından kıvrıla kıvrıla 2400 rakımlı Avusor’a gidiyoruz. Yolda korkudan yine çenem düşüyor ve kızları güldürüyorum. Avusor Yaylası’nda şoförümüz Reşit Efendi ve eşi Elmas Hanım’ın işlettiği pansiyona yerleşiyoruz, korkudan ve soğuktan sobanın kenarına kıvrılıyorum. Kızlar 2 saat yürüyüp 2700 metre yüksekteki Dobecelenze Gölü’ne gidip fotoğraf çekiyorlar, dönüş yolunda ise bir güzel ıslanıyorlar, beni yalnız bırakmanın cezası. Biraz ısınıp karnımızı doyurduktan sonra favori mekânımız soba başına yeniden geçiyoruz; ama ısınmak çok kolay olmuyor. Hava o kadar soğuk ki ilaçlarımı koyduğum buz torbası bile kaskatı. Soba kenarını kapmak için orada bulunan bir ağabey ile ne kadar mücadele ettiysem de sonunda yenilgiyi kabullenip yakınında bir yere razı oluyorum. Avusor aslında bir Ermeni köyüymüş. ‘Kırmızı akan su’ anlamına geldiğini kızlara defalarca anlatıp engin bilgilerimi gözlerine sokuyorum.
Sabah Avusor Deresi’nin şırıltısıyla uyanıp ev halkıyla vedalaşıyoruz. Aynı meşakkatli yoldan dönüp başka yaylalara tırmanıyoruz. Yolda çok güzel şimşir ormanını geziyoruz. Çamlıhemşine bağlı Çinçiva deresine bakan bir kafeterya mola verip kahveler içiliyor.
Çat Yaylası’nda kaldığımız Toşi Pansiyon’daki güzel gözlü hanımı ilk görüşte tanıdım, Hande Subaşı ile selamlaşıp odalarımıza yerleştik. Çamlıhemşin’e 40 km uzaklıktaki 1240 rakımlı Çat Köyü dağların eteğinde bulunuyor. Önünde gümbür gümbür derenin aktığı pansiyona yerleşiyoruz. Doğa yürüyüşü, köprü gezmesi ve şelale havası derken akşam oluveriyor. Akşam yemeğinden sonra pansiyon sahibi ile daha önce anlaştığımız tulum eşliğinde şarkılı türkülü daha doğrusu horonlu bir eğlence geçiriyoruz.
Derenin sesiyle uyanmaya alıştık ya, metropolümüze dönünce ne yapacağız acaba? İstanbul’a dönmeden Amlakit Yaylası’nı da görelim istedik. Merhum Levent Kırca’ya ikizi kadar benzeyen bir amcanın işlettiği pansiyonda sonradan midemizi bozacak öğlen yemeğinin ardından Hazindağ Yaylası’na geçiyoruz. Ramazan dolayısıyla her yer kapalı ama bize Yayla yeter…
Zirvelere alışık kadınlar olarak sayabildiğim otuz dokuzuncu ve kırkıncı yaylalarımız Pokut ve Trovit’e tırmanıyoruz. Bu iki yaylanın arasındayken, 2800 metrede olduğumuzu hatırlatayım, yine de durup fotoğraf çekiyoruz. Kara adlarımızı yazıyoruz ve bereketin sembolü olan en nadide nar çeşidi Zivzik’in amblemini işliyoruz. Yolunuz bu taraflara düşerse, biz çılgın kadınların da sembol olarak benimsediği Zivzik kabartmasına Kaçkarlar’ın zirvesinde rastlayabilirsiniz.
Sal Yaylası’nı da keşfedip, gecelemeyi Pokut’ta yapıyoruz. Pokut Yaylası’ndan yarım saatlik iniş sonrası karşımızda bir teleferik levhası belirdi. Oldukça ilkel, dengeli oturmayı gerektiren ve sağa sola dönmenin sakıncalı bulunduğu bu teleferiğe binmeye sadece İnci ve Serpil cesaret etti. Gönlü yukarı çıkıp buz gibi yayık ayranı bizsiz içmeye elvermeyen sevgili arkadaşlarımız bir ıslıkla aşağıdaki biz gariplere ayran servisinde bulundular. Biz de boşlarla birlikte parasını yukarı yine teleferikle gönderdik.
İsmiyle müsemma Zilkale’ye inmemiz bayağı bir zaman alıyor. Voltran olarak kaleye çıkmaya üşenip Kale’nin hemen önünde satılan leziz mi leziz Hamsiköy fırın sütlacını yiyip bu anları ölümsüzleştiriyoruz.
Son gecemizi Hemşin’de geçiriyoruz.
Trabzon’a geldiğimizde her yıl yaptığım gibi bu yıl da sevgili arkadaşım Sibel Kalaycı’nın mezarını ziyaret ediyorum. Mezar ziyareti sonrası Trabzon caddelerini, Ayasofya’yı ve Atatürk Köşkü’nü geziyoruz.
Trabzon’a vardığımda ‘deli miyim ben nasıl geçecek bu 9 gün hiç tanımadığın insanlarla‘ diye içimden geçirirken, hiç tanımadığım iki hanımın daha olacağı turda, alıngan yapıma yenik düşme korkum baş gösterirken, şimdi, gezinin sonunda İstanbul’a farklı uçaklarda gideceğimiz için içim buruk.
Havaalanlıda beş deli kadın-Voltran vedalaşıp ayrı ayrı uçaklara biniyoruz. Uçağa bindiğim sırada ‘Ne çabuk geçti dokuz gün,’ diye güzel günlerin çok hızlı geçtiğinin aklımda sağlamasını yapıyorum.
Yine bir gezi, yine biriktirdiğim mekanların ve zamanın, kırmızı dantelli gri bavulumun içine sakladığım anılarıyla eve dönüyorum.
ASİYE SAKLIM
Yorumlar