+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

06

Aug

MERT GÖKALP İLE LÜFER BELGESELİ ÜZERİNE-III

LÜFER BELGESELİ

GEZEGENİMİZ VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Lüfer aslında yerel bir öykü gibi görünüyor ama küresel bir problemin bu şehirdeki yansıması. Nasıl anlatılacak bu mesele?

Lüfer belgeseline baktığımız zaman açıkçası, bu bütçeyle, bu imkanlarla böyle bir şey çekilmiş olması muazzam. Ben böyle bir şeyi bir daha çekebilir miyim bilmiyorum. Ben veya işte ekip olarak biz. Ama elimizde destek olursa emin olun, eksik tarafları kalacak yapımlar çıkmayacaktır Türkiye’den. Bu ülkede bunu yapabilecek iyi insanlar var. Bu tarz işlerin Fransa’dan, Avusturalya’dan, Amerika’dan, Kanada’dan veya Hollanda’dan çıkıyor olmasının bir sebebi var: destek ve ilgi. Bizde de destek ve ilgi olursa… Yani her şey futbol değil. Bütün paranın oraya aktarılması gerekmiyor. Bilimi köreltiyoruz, sanatı köreltiyoruz. Şirketlerin, kurumların biraz vizyonlarını açması ve farklı alanlarda başarı getirebilecek veya bir soruna çözüm üretebilecek insanları kurumları desteklemeleri gerekiyor.


Tan Morgül’ün belgeselde çok güzel ifade ettiği bir tespit vardı: “Bütün dünyaya süpermarket rafındaki ürün gibi bakmak” Bu çok ama çok çarpık bir perspektif. İyi ve kötü senaryolarımız ne olabilir böyle bir durumda? Özelde belki lüfer ama genelde dünyanın hali…?

Ben şu gidişatta iyi senaryomuz olduğunu düşünmüyorum. İnsan popülasyonu arttıkça, yayıldığı alanlar betonlaşıyor; ormanlar, dereler, denizler kirleniyor; işte dakikada bir tür dünyamızdan yok oluyor. Ve besin ihtiyacı artıyor. Beslenmek zorlaşırken, beslenmeye çalışırken doğayı da, kendimizi de zehirliyoruz. Kanser vakalarının bu kadar artmış olmasının sebebi bu. En yüksek ölüm oranı, kalp keza. Yani, kendimizi zehirlediğimiz için ölüyoruz. Suyumuzda, yemeğimizde, havamızda her tarafta zehir var. İlaçlarla da tedavi yapıyoruz ama bir yandan onlarla da kendimizi zehirliyoruz. Her şey para üzerine, her şey insan üzerine. Bir şekilde farkına varmamız gerekiyor: o dönüşü yeterince hızlı yapmazsak eğer, doğa kendi çözümünü bulacak insana karşı. Çünkü insan bir virüs gibi doğada. İnsan kadar yok eden hiçbir şey yok; tüm canlılar yaşam mücadelesi için sadece kendine yetecek kadar avlanırken, insan ise tam tersini yapıyor. Ama unutmamamız gereken bir şey var; doğa bunu geriye alabilir. Yeryüzünde insan kalmayabilir veya binlere, yüz binlere inebilir. Yani, doğa deyince evreni de katmak lazım. Bir bakarsınız bir göktaşı çarpar.

Sabah kalkıp işe gitme, işte borsaya girme, o para düzeni, o silahların ticareti bilmem nesi, politika siyaset, o bu, çalıştığımız işler çok önemli mi noktasını bir daha düşünmemiz gerekiyor. Biz gerçekten bunları yapmak için mu doğduk? “Bizim hayata geliş sebebimiz, insanın insan olma sebebi gerçekten nedir?” gibi felsefi soruyu bir daha sormamız gerekir. Ben gerçekten yanlış yolda ilerlediğimizi ve kayaya toslayacağımıza inanıyorum. Çünkü biz bunun farkına varmıyoruz.

Nasıl oldu da böyle evrildik aslında? Nasıl bir talihsizlik…

İnsanın alet kullanmaya başlayıp da açıkçası hayvanları ve doğayı alt edebilmesi, hatta tarıma başlaması belki de bunun miladı. Çünkü kaçmak zorunda olmaması, mağaralarda gizlenmek zorunda kalmaması, tarım yapabiliyor olması, yerleşik olması, bir şekilde daha fazla yayılabilmesine, güce sahip olmasına, zihninin beyninin gelişmesine ve diğer canlıları alt edebilmesine evrildi ama en büyük zarar ve ziyan büyük ihtimalle endüstriyel devrim, sanayileşme ile başlıyor. İşte kapitali̇zmin bu noktalara gelmiş olması, bizim tam olarak ne yaptığımızın farkına varmayıp doğru sistemleri, düzenleri kuramıyor olmamızla alakalı bir şey. Ülkeler değil, aslında kapitalin sürüklediği birtakım büyük şirketler tarafından yönetiliyoruz ve onların gündemini dinliyoruz bütün dünyada. Onların gündeminde ise hep büyümek ve ne olursa olsun büyümek var.

Refah için ekonominin büyümesi çarpık olan bir tanım, öyle değil mi? Böyle sürekli büyümeyi empoze eden bir dünya görüşü bizi nereye götürecek?

Aynen. Yani, bir şekilde bu durumun farkına varan insanlar var, şirketler var ama bu gidiş gidişat kesinlikle doğru yol değil. Yoksa ya gezegen gidecek, ya biz gideceğiz ama gezegen kalacak. Kendi hayat dilimimiz içerisinde bile bu olabilir. İşte iklim değişikliği diyoruz mesela, şu anda fark etmiyoruz ama küresel ısınmayla sadece Maldivler, veya Hollanda’nın bir kısmı su altında kalacak diye bir şey yok.

Zaten karbon salınımından dolayı ciddi bir küresel ısınma var ve buz kütleleri yok oluyor, sular yükseliyor, iklim bir şekilde değişiyor. İşte, mercanlar küresel anlamda çok önemli, algaeler çok önemli. Denizdeki oksijeni, hayatı, yaşamı veren canlılar aslında. Onların beyazlıyor olması demek ciddi bir şekilde besin potansiyelinin, bir organizma potansiyelinin yok olması demek.

Bir de, Antartika’da suya karışan, eriyen buzulların içinde ciddi bir metan gazı var. Bu metan gazı eğer yükselirse, ciddi bir karbon salımı da oluşabilir ve büyük felaketi hızlandırabilir. Biz kendi zamanımızda değilse de, çocuğumuzun, ya da çocuğumuzun çocuğunun zamanında bununla karşılaşabiliriz. Kitleleri besleyecek besine ulaşamama, yeterli kara parçasının olmaması, zorunlu göçler gibi fark ettiğimiz durumlar var. Suriyeliler savaştan kaçmak için göç ediyor. Savaşın sebebinin ne olduğunu tam olarak fark ediyor muyuz? Su bulamamak, besin bulamamak, bu durumda hükümetlerle oluşan gerginlik, bu gerginliği daha da arttıran ülkelerin varlığı… Suriye’nin başına gelen 20 ya da 50 sene içerisinde Türkiye’nin veya Avrupa’nın güney bölgelerinin de başına gelebilir. Burada göçlerin, savaşların olduğunu düşünsenize? Çok yakın bir gelecek bu ve biz bunun önlemlerini almadan hala şapşal şapşal aynı şekilde yaşamaya devam ediyoruz.

Suriye’deki bu çatışma ve akabinde yaşanan göç, iklim değişikliği ile ilişkili yani?

Evet, tamamen iklim değişikliğinin getirdiği küresel ısınma, besin bulamama, tarım alanlarının çekilmesi, sulak alanların azalması, su bulamama ile alakalı bir şey. Suriye’de tarım yapan insanların, ülkenin başka noktalarına göçüp isyan etmesi ve buna hükümetin sert bir tavır alması, akabinde de bu durumdan başka ülkelerin faydalanmasıyla başladı. Türkiye’de yakın bir gelecekte ben de bunu bekliyorum; biz de hor gördüğümüz Suriyeliler’in durumuna düşebiliriz, biz de göç etmek zorunda kalabiliriz. Çünkü çevreyle alakalı bir politikamız kesinlikle yok. Tamamen betonlaşma, şehirleşme üzerine kurulmuş vaziyetteyiz. Doğayı katletiyoruz ve farkında değili̇z. Çok yakın bir zamanda bunun bize geri dönüşü olacak. Açıkçası, bununla da alakalı bir film yapmak isterim.

Sanki sadece Türkiye’de, ya da bu coğrafyada değil, dünyada her şey sapır sapır dökülüyor. İnsan bazen neyin ucundan tutacağını şaşırıyor. Neye nasıl sahip çıkacağız?

Çok büyük bir çözüm vereyim mi buna? Olaya çevre açısından, ekosistem açısından, insanın ekosistemle ilişkisi açısından baktığınız zaman bir anda her şey çözülüyor. Yani, Avrupa’da, veya gelişmiş toplumlarda, Yeşiller ya da birtakım çevre partilerinin bu kadar önemli hale gelmesinin nedeni bu. Çünkü A partisi, B partisi, kapitalizm, komünizm osu busu, ne kadar geliştirilmiş sistem varsa, baktığımız zaman hepsinin birtakım açıkları var. Ekosistemi korumak kollamak demek, kendimizi korumak kollamak aslında. Bir nehri korumak demek, bir ormanı korumak demek, ülkede yaşayan canlıları korumak demek, seni beni de korumak demek.

Gezi’den sonra fark ettiyseniz birçok insan işlerinden ayrıldı. Hayatlarını değiştirdiler; çünkü fark ettiler ki biz yanlış bir şeyin peşindeyiz. İstanbul’dan geri göç eden, toprağa, buğdaya, tarıma geri dönen birçok insan oldu. Durup bakmamız gerekiyor. Belgesel anlamında da aslında düzgün şeyler verirsek, halk da bunu alır. Böyle yayınlara ve kitaplara ihtiyacımız var.

Lüfer belgeselinin hak ettiği başarıya ulaşacağını, hatırı sayılır derecede çok insana da ulaşacağını düşünüyorum.

Umarım.

Nihan Vural

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz