+90 212 272 77 72

operation@tittravel.com

Blog Image

07

Aug

TOPKAPI SARAYI'NDA GÜNLÜK YAŞAM-II

Osmanlı Padişahları

1453’den önce küçük bir devlet olan Osmanlı’da padişah, tebaası ile iç içe bir yaşam sürer, Devlet erkanıyla yemek yer, konuşur, avlanırdı. Fatih’in 1477-1481 yıllarında Bizans-Türk-Moğol geleneğinde hazırladığı kanunname ile padişahların yaşamları da değişikliğe uğrar. Kanunnamenin birinci tekil şahısla yazılmış olması merkeziyetçi yönetim ve mutlak irade anlayışının bir göstergesidir. Fatih önceleri II. Avlu’ya çıkıp, saray erkanıyla yemek yerken Kanunname’den sonra törenler dışında II. Avluya çıkmaz. Devlet erkanıyla görüşmek için Arz Odası’nı inşa ettirir ve kendisiyle görüşebilecek kişileri sınırlar. Yine de elçi kabullerinde ayağa kalkarak elçiyi selamlamaya devam eder. Yemeklerini tek başına yemeğe başlar. Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle birlikte giderek artan bir inziva geleneği başlar. Kanuni ile birlikte elçi kabullerinde ayağa kalkılmaz. Padişah iç oğlanlarla işaret diliyle konuşur ve Enderun’da sessizliğin sağlanması için işaret dili gelişir. Arz Odasında yapılan elçi kabullerinde padişahın elçiye bakmaması, konuşmaması ve bütün ihtişamıyla tahtında sessizce oturuşu, elçi heyetlerindeki seyyahların padişahın adeta tanrısallaştırılmış bir put gibi olduğu yorumlarına yol açmıştır. Sonraları inziva geleneği giderek yok olur. 18. Yüzyılda III. Ahmed sadrazamına yazdığı mektupta Saray’ın katı kurallarından yakınır.

Saray yaşamının merkezinde yer alan Osmanlı padişahlarının günlük yaşamını, kânûnnâmelerle belirlenmiş kurallar ve bu kurallar doğrultusunda büyük veya küçük seremoniler belirlerdi. Seremoniler daha şehzadenin doğumu ile başlardı. Doğum İstanbul halkına top atışlarıyla duyurulur ve şenlik ilan edilirdi.

Şehzadelerin sünnet düğünleri de görkemli törenlerle yapılırdı. Düğünden üç-dört ay önce bütün eyaletlere ve komşu ülkelere haber gönderilir ve hazırlıklara başlanırdı. Sünnet düğünleri günlerce sürebilirdi. Örneğin Sultan III. Murad’ın oğlu şehzade Mehmed’in 1582 yılında yapılan sünnet düğünü 52 gün, Sultan III. Ahmed’in şehzadelerinin 1720 yılında yapılan sünnet düğünü ise 15 gün sürmüştü. Padişahlar şehzadeleriyle birlikte yoksul çocukları da sünnet ettirirlerdi. Sünnet şenliklerinde İstanbul’da At Meydanı, Haliç, Okmeydanı gibi yerlerde gösterilerin izleneceği çadırlar kurulurdu. Şenlikler başladıktan sonra cambazlar, güreşçiler, rakkaslar gösteriler yapar, havai fişekler atılır, zanaatkarların ustalıklarını sergilediği esnaf alayları düzenlenir, halka, yerli ve yabancı misafirlere ziyafetler verilirdi. Davetliler de padişaha ve şehzadelere hediyeler sunarlardı. Böyle zamanlarda Saray mutfaklarında binlerce kişiye çeşit çeşit yemekler yapılırdı.

Şehzadelerin eğitimi, beş-altı yaşlarına geldiklerinde Harem’de darüssaade ağası (harem ağası) dairesindeki Şehzadeler Mektebi’nde törenle başlardı. Bed-i besmele denilen bu tören sırasında sadrazam şehzadeye işlemeli bir kese içerisinde tezhipli bir elifba cüzü hediye ederdi. Şehzadelerin hocalarına “lala” denilir ve tahta çıktıktan sonra da padişahların en yakınındakilerden biri lalaları olurdu. Belirli bir yaşa kadar haremde eğitim gören şehzadeler, daha sonra eyaletlere sancak beyi olarak gönderilerek devlet yönetiminde deneyim kazanırlardı.

Osmanlı padişahlarının tahta çıkışları Fatih Sultan Mehmed’in kanunnamesinde veraset yoluyla, yani babadan oğula şeklinde belirlenmiştir. Ancak padişahın ölümü halinde tahta çıkacak şehzadenin yaşça en büyük olması kuralı yoktur. Bu yüzden pek çok kez taht kavgaları yaşanmıştır. Fatih, Kanunnamesi’nde tahta çıkan şehzadenin bütün kardeşlerini öldürmesi kuralı getirmiştir.16. yüzyıl sonlarında gerek yaşanan taht kavgaları gerekse tahttaki padişahın kendi oğulları tarafından alaşağı edilmeleri tehlikesi sebebiyle şehzadelerin sancağa gönderilmesi usulü 17. yüzyılda kaldırılmış ve şehzadeler Harem’de gözetim altında tutulmuştur. Bu yeni uygulama şehzadelerin en azından canlarının alınmasını engellemiştir. 1617 yılında Sultan I. Ahmed’in ölümünden sonra şehzadelerinin küçük yaşta olması nedeniyle kardeşi I. Mustafa (1617-1623) tahta çıkmıştır. Böylece saltanatın yaşça en büyük hanedan üyesine geçmesi sistemi başlamıştır. Saltanat sırası gelen veliahd şehzade, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Bab’üs-saade kapısı önünde yapılan görkemli bir törenle tahta çıkarlardı.

Cülus Töreni

İslam devletlerinde padişahların tahta çıkış törenlerine “cülus” denilirdi. Osmanlıda tahta çıkış töreni, ölen padişahın cenaze töreninden önce yapılırdı. Veliahd şehzadeye padişahın vefat ettiği ve saltanat nöbetinin kendisine geçtiği bildirilirdi. Yeni padişah bir kolunda darüssaade ağası, diğer kolunda silahdar ağa olmak üzere Enderun Avlusu’ndaki Has Oda’da Hırka-i Saadet’in bulunduğu odaya getirilirdi. Burada ilk olarak sadrazam ve şeyhülislam kendisine biat (egemenliğini tanımak) eder, padişah da onların tebriklerini kabul ederdi.

Daha sonra Bab’üs-saade önüne konulan altın tahta oturur, diğer devlet ve saray erkânının tebriklerini kabul ederdi. Tören, eski Türk geleneklerine göre, müneccimbaşı tarafından belirlenen eşref-i saatte (uğurlu saat) dualarla başlar ve devlet erkânının tebrikleriyle devam ederdi. Padişah, tahtından kalkıp hazır bulunanları selamladıktan sonra ölen padişahın cenaze namazını kılar ve Enderun Avlusuna dönerdi. Cülustan sonra padişahların sakal bırakması, devlet ve saray erkânına, ulemaya ve yeniçerilere cülus bahşişi dağıtması gelenekti. Padişahın cülusu İstanbul’da top atışları ile ilan edilir, ayrıca fermanlarla bütün ülkeye, elçilerle komşu ülkelere duyurulurdu.

Bab’üs-saade önünde yapılan diğer önemli tören ordu savaşa giderken yapılırdı. Padişah savaşa gitmeyecekse sancak-ı şerif bu kapının önünde sadrazama teslim edilirdi. Bir diğeri ulufe günleri yapılırdı. Devletin maaşlı askeri olan Kapıkulu Ocakları’na bağlı Yeniçeri Ocağı, Topçu Ocağı gibi asker bölüklerine Bab’üs-saade kapısı önünde görkemli bir törenle üç ayda bir maaşları verilir ve bu törene Ulufe Divanı denilirdi. Sarayın Birun görevlilerine de aynı zamanda maaşları verilirdi. Çoğu kez elçi kabulleri de ulufe törenlerine denk getirilir, elçilerin bu görkemli töreni dolayısıyla İmparatorluğun ihtişamını görmeleri istenirdi. Elçi kabullerinin yapıldığı ulufe törenlerine Galebe Divanı da denirdi.

Ulufe günlerinde Divan üyeleri tarafından maaşlar deri keselere konurdu. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra dağıtımın başlaması için padişahın buyruğu alınır ve tören başlardı. Maaş dağıtımından önce yeniçerilere saray mutfağında hazırlanan zerde, pilav ve çorbadan oluşan yemek verilirdi. Yeniçerilerin bu yemekleri kapışarak yemeleri hayra alamet sayılırdı. Çanak yağması denilen bu eylem, yeniçerilerin verilmesi öngörülen maaşın miktarından memnun oldukları anlamına gelirdi. Yemeklere el sürülmezse bu önemli bir tehlike işaretiydi. Divan üyeleri bu durumda yeni teklifler getirmek ve yeniçerilerle uzlaşmak zorunda kalırlardı. Yeniçerilerin ulufe memnuniyetinin bir göstergesi de mangır şeklinde yapılmış akide şekerlerini ikram etmeleriydi. Bu ikram akdin yani anlaşmanın sağlanmış olduğunun gösterirdi. Töreni büyük bir şaşkınlıkla izleyen elçiler daha sonra padişah tarafından Arz Odası’nda huzura kabul edilirlerdi.

Kılıç Alayı

Cülus töreninden birkaç gün sonra kılıç kuşanma törenleri yapılırdı. Bu törenlerde padişahlar, Eyüp’te Ebu Eyyûp el Ensârî’nin türbesine giderek kutsal emanetler arasında bulunan önemli dini şahsiyetlere ait veya atalarından kalma bir kılıcı kuşanırlardı. Bu tören için Eyüp’e gidiş, görkemli bir alayla olurdu. Kılıç Alayı denilen bu törende, padişah at üzerinde, Bab-ı Hümayun’dan çıkar, saray ve devlet erkânı resmi kıyafetleri içinde törene katılırlardı. Yeniçeriler sıra halinde dizilerek padişahın geçişinde hazır bulunurlardı. Alayın geçeceği yola sıralanan İstanbul halkı da, yeni padişahı ilk kez bu yürüyüş sırasında görürdü. Alayın başında devlet erkânı, bunların arkasında sadrazam ve şeyhülislam, padişah ve saray erkânı yürürdü. Batılı kralların taç giyme törenleriyle aynı anlamı taşıyan Kılıç Kuşanma töreninde Eyüp’te dualarla şeyhülislam eliyle kılıç kuşanan padişah, dönüşte mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in türbesini ziyaret ederdi. Padişahlar her Cuma günü öğle namazını İstanbul’un büyük camilerinden birinde kılardı. Saray’dan camiye gidiş yine Kılıç Alayı’nda olduğu gibi görkemli bir alayla olurdu.

1723040343.png

Resim 1 Sultan Abdülmecid’in Kılıç Alayı, 19. yüzyıl başı, Pavlo Verona

Padişahlar tahta çıktıktan sonra ilk olarak kendi adlarına sikke ve mühür bastırırlardı. mühr-i hümâyûn denilen bu mühürlerden biri sadrazama verilirdi. Mühür verilmesi sadrazamın görevine devam etmesi anlamını taşırdı. İmparatorluğun tek hakimi ve yöneticisi olan padişahın buyrukları kanun hükmünde olur ve hiç kimse bu buyruğun dışına çıkamazdı. Üzerinde padişahın tuğrası bulunan ve hatt-ı hümâyûn, ferman, berat gibi içeriklerine göre isimler alan padişah buyrukları ince uzun kağıtlara yazılarak rulo halinde taşınırdı.

Devlet işlerinde son söz her zaman padişahındı. Sadrazamın yönetiminde II. Avlu’daki Kubbealtı’nda Divan toplantılarında görüşülen konular, Enderun Avlusunda bulunan Arz Oda’sında padişaha sunulur ve nihai kararlar alınırdı. Padişahlar çoğu zaman, Adalet Kulesi’nden çıkılan ve Kubbealtı’na açılan kafesli büyük bir penceresi olan odadan Divan toplantılarını izlerlerdi. Divan-ı Hümâyun haftanın dört günü toplanırdı. Divan üyeleri olan sadrazam, kubbealtı vezirleri, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri bu toplantılarda devletin siyasi, idari, mali, dini işleri ile halkın önemli davalarını görüşürlerdi. Önemli toplantılara şeyhülislam da katılırdı. Ayrıca reis-ül küttab, tezkereciler ve katipler kararları kayıt ederlerdi. Toplantı sırasında padişahın toplantıyı dinleyip dinlemediğini hiç kimse bilmezdi. Çünkü padişahın bulunduğu odanın penceresi bir perdeyle örtülü olurdu. Padişah, hoşuna gitmeyen bir karar alındığında perdeyi açar ve Arz Odası’na geçerdi. Bu toplantının sona ermesi anlamına gelirdi ve Kubbealtı vezirleri hemen Arz Odası’na padişahın huzuruna çıkarlardı. Padişahların Saray’daki resmi odası olan Arz Odası aynı zamanda elçilerin huzura kabul edildikleri yerdi.

Osmanlı padişahları, Saray’daki günlük yaşamlarını III. Avluda bulunan has odalarında, IV. Avludaki köşklerde ve Enderun’un hanedan ailesine ait bölümü olan Harem’de geçirirlerdi. Önceleri III. Avludaki Has Oda’da uyurlardı. Dört has odalı gece boyunca nöbet tutar ve odada kandiller yanardı. 16. yüzyıldan sonra gecelerini çoğunlukla Harem’deki has odalarında geçirmeye başlamışlardı. Has Oda da taht odasına dönüşür. Kutsal emanetler burada korunur.

Padişahlar altın ve gümüş tellerle dokunmuş ipek, kadife gibi kumaşlardan yapılmış iç elbisesi, dış kaftanı ve şalvar, ayaklarına deriden yapılmış işlemeli çizme veya ayakkabı giyerler, başlarına sarık takarlardı. Günlük yaşamlarında kullandıkları giysiler, tören giysilerine göre daha sade olurdu. Giysiler 19. yüzyılda, Sultan II. Mahmud (1808-1839) döneminde değişmiş ve padişahlar başlarına fes takıp, pantolon-ceket giymeye başlamışlardır. Ölen padişahın giysileri işlemeli ipek bohçalar içinde saklanır ve üzerine kime ait olduğu yazılırdı. Bu gelenek sayesinde Saray koleksiyonundaki padişah, şehzade ve hanım sultanların giysilerinin aidiyeti bilinmektedir.

Osmanlı padişahlarının en büyük zevkleri arasında avcılık, ok atma, cirit gibi ata sporları gelirdi. Çocuk yaştan beri iyi bir avcı ve ok atıcısı olarak yetişen padişahlar, zaman zaman İstanbul veya Edirne’deki has bahçelerinde avlanmaya çıkarlar, ok atma yarışları düzenlerlerdi. Ayrıca güzel sanatlara ve kitaba çok önem vermişler, saray nakkaşlarına, Kur’an-ı Kerim’ler, çeşitli konularda dini, bilimsel ve tarihi kitaplar ile peygamberlerin, padişahların yaşamlarını ve masalları konu alan minyatürlü el yazması kitaplar hazırlatmışlardır. Bu kitaplar has oda ve köşklerdeki gömme dolaplarda saklanırdı. Padişahların bu merakı Osmanlı hat ve minyatür sanatının gelişiminde önemli bir rol oynamış ve Saray’da ünlü nakkaşlar, hattatlar yetişmiştir. Günümüzde Osmanlı padişahları arasında şair, bestekar ve hattat olanlar vardır. Örneğin şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanan Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) şair, III. Selim (1789-1807) şair ve bestekar ve II. Mahmud (1808-1839) iyi bir hattattır.

Saray mekanları, İmparatorluğun iktidar ve güç odağı olan padişaha ait saltanat sembolleri ile donatılırdı. Padişahın kullandığı mekanlara ve tahtlara Doğu ve Batı kültürlerinde güç ve iktidar sembolü olan murassa askılar asılırdı. Padişahların sarık üzerine taktıkları gümüş veya altın yuvalara oturtulmuş kıymetli taşlarla ve balıkçıl, hüma, tavus kuşu tüyleri ile süslü sorguçlar da birer saltanat sembolüydü. Padişahın yanı sıra şehzade, sadrazam ve yüksek rütbeli devlet görevlileri de sorguç kullanabilirlerdi. Bunlar imparatorluğun ihtişamını gösteren önemli birer sembol olarak kabul edilirdi.

En önemli saltanat sembollerinden biri de mataralardı. Törenlerde çuhadar ağa tarafından padişahın hemen yakınında taşınırdı. Türklerin göçebe kültüründen kaynaklanan ve benzer şekillerde deriden yapılarak padişahın içme suyunun taşındığı mataralar yüzyıllarca kullanılmış ve Osmanlılarda bayram, cülus, ulufe, elçi kabulü gibi törenlerde padişahın yanında taşınarak ata geleneği bir anlamda devam ettirilmiştir. Bu gelenek özellikle 16. yüzyıl ikinci yarısından itibaren Osmanlı minyatürlerinden de izlenebilir. Saltanat sembollerinin en çok göze çarptığı törenlerden biri yabancı devlet elçilerinin sadrazam ve padişah tarafından kabul edilmesidir.

Elçi kabullerinde Arz Odası özel günler için saklanan değerli halılar, perdeler ve kumaşlarla süslenirdi. Bu eşyaların zenginliği elçilik heyetinin önemine göre farklılıklar gösterirdi. Baştan sona en küçük bir anı bile programlanmış olan tören, elçinin Bab’üs-selam önünde atından inmesiyle başlardı. En görkemli tören kıyafetlerini giymiş olan asker ve saray erkânı hazırda beklerken, elçi Kubbealtı’na kadar yürür ve bu yürüyüş sırasında, kapı ile Kubbealtı arasındaki selam taşlarına göre asker ve saraylıları selamlardı. Bu selam geleneği Divan toplantılarına katılanlar tarafından da uygulanırdı. Elçi Kubbealtı revakları önünde vezirler tarafından karşılanırdı. Sadrazamın Kubbealtı’nda ikram ettiği yemek yendikten sonra elçiye ve beraberindeki heyete “hilat” denilen kaftanlar giydirilir ve sonunda Arz Odası’nda padişahın huzuruna çıkarlardı.

Saray’daki bütün törenlerde olduğu gibi elçi kabullerinde de uyulması gereken en önemli kural sessizliğin hiçbir şekilde bozulmamasıydı. Padişah, Arz Odası’ndaki baldaken tahtında büyük bir ihtişam içinde oturur, huzuruna getirilen elçiyle konuşmazdı. Günlük yaşamda, altın iplikle işlenmiş ipek, atlas ve kadife gibi kumaşlardan yapılmış taht örtüleri ve yastıklarla döşenmiş olan Arz Odası böyle günlerde inci, yakut, zümrüt, firuze kakmalı altın paftalarla bezemeli kumaşlarla döşenirdi. Tahtın üzerine güç, iktidar, egemenlik ve saltanat sembolü olarak altın ve değerli taşlarla bezeli kılıçlar, yaylar, ok dolu sadaklar, murassa matara, kalem kutusu ve divit konurdu. Tahtın yanındaki nişte ise saltanat sembolü olarak padişahın mücevherlerle süslü sorguçlarının takıldığı sarıklar sergilenirdi. Elçi heyetinin getirdiği hediyeler pişkeş penceresinden padişaha gösterilirdi.

Sarayda iki dini bayram da çeşitli törenlere vesile olurdu. Ramazan ayının 15. Günü Hırka-i Saadet ziyareti yapılırdı. Hz. Muhammed’in altın mahfaza içinde korunan hırkası çıkarılır ve temizliği yapılır, daha sonra Saray ve Harem halkına gösterilirdi. Bu törende ziyarete gelenlere zemzem suyu ve üzerinde çeşitli ayetler yazılı destimal denilen mendiller verilirdi. Bayram günü padişah, saray ve devlet erkanı ile Bab’üs-saade önünde bayramlaşırdı. Bu törenin teşrifat kuralları cülus törenlerine benzerdi. Bayram namazına yine alayla gidilir, baklava alayları düzenlenerek Saray erkanına ve Saray dışında halka baklava dağıtılırdı. Padişah Bab’üs-saade önündeki törenden sonra Harem’e gider ve Hünkar Sofası’nda harem halkıyla bayramlaşırdı.

Padişahlar III. Murad’ın 1580’de Haremdeki çifte hamamı yaptırmasına kadar Enderun Avlusundaki büyük hamamda yıkanırlardı. Hamam aynı zamanda bir eğlence mekanıydı. Tarihçi Peçevi (1572-1650), II. Selim’in hamamda sarhoş bir halde oğlanlarla eğlenirken düşüp hayatını kaybettiğini anlatır. Hamamın önünde meşkhane vardı. Padişah traş olurken burada çalınan müziği dinlerdi.

Birun Halkı

Saray hiyerarşisinin alt kademelerini “Birun” (dış) denilen hizmet sınıfı oluştururdu. Bunlar idari, askeri ve dini olmak üzere çeşitli sınıflara ayrılmıştı. Sarayın I. Avlusu Kapıkulu Ocağı’na bağlı Bostancılar denetimindeydi ve burada çeşitli hizmet yapıları yer almaktaydı. Bunlar, odun ambarları, hasır ambarları, ehl-i hiref atölyeleri, çeşitli işlikler ve cebehanedir. Avlunun sağ tarafındaki Gülhane Hastanesi’nde Enderunlu iç oğlanlar tedavi edilirdi.

1. Avlu’daki en önemli yapılardan biri de saray denetimindeki altın ve gümüş sikkelerin basıldığı Darphane idi. Burası aynı zamanda Saray’ın “Ehl-i Hiref” teşkilatına bağlı zanaatkar ve sanatçıların çalıştığı yerdi. Katip, mücellid, nakkaş, zerger ve hakkak (kuyum işleri), altın iplikle işleme yapan zerduzlar, her türlü maden işi yapan kazgancılar, ok, yay, kılıç, hançer yapan bölükler, hattatlar, kadife, kemha vb kumaş dokuyanlar, çini yapan kâşigeranlar ve daha bir çok zanaatkarın çalıştığı Ehl-i Hiref en nadide eserlerin üretildiği yerdi.

Saray’ın Bab-ı Hümayun ve Bab-üs Selam kapıları, Birun teşkilatına bağlı kapıcılar tarafından korunurdu. Bab-ı Hümayun kapıcılarına “Bevvabân-ı Bab-ı Hümayun, Bab-üs Selam kapıcılarına ise “Bevvabân-ı Dergâh-ı Âli” denilirdi. Her iki teşkilat da kapıcılar kethüdasının emri altında çalışırdı. Sarayın üst düzey görevlilerinden olan kapıcılar kethüdası, Divan toplantılarında ayakta bekler ve ihtiyaç halinde padişahla sadrazam arasındaki görüşmelere aracılık eder, törenlerde izlenecek programı yönetir, padişah Cuma ve bayram namazlarına giderken halk tarafından verilen arzuhalleri toplardı. Kapıcılar saraya giriş ve çıkışı kontrol eder ve güvenliği sağlarlardı. Bunun yanı sıra Saray’a gelenleri yönlendirir, elçi kabullerinde gelen hediyeleri taşır ve elçilere tören teşrifatını gösterir, padişah seferde iken aynı şekilde otağ-ı hümayunun güvenliğini sağlarlardı. Saray’ın üçüncü kapısı olan Bab’üs-saade kapısının ve Enderun’un güvenliği ise “Akağalar” denilen beyaz hadım ağalar tarafından sağlanırdı. Akağaların en kıdemli ağası olan Bab’üs-saade ağası, Saray’ın en üst düzey ve yetki sahibi ağalarından biriydi.

Birun teşkilatının II. Avlu’daki gruplarından biri de Saray’da harem ve selamlık kısmının temizlenmesi, taşınma gibi işlerden sorumlu olan Zülüflü Baltacılar’dı. 15. yüzyılda ordunun güzergâhındaki yolu açmak üzere kurulan Zülüflü Baltacılar Ocağı’nın görevlileri güçlü gençlerden devşirme usulüyle Saray’a alınırdı. Harem’e de girip çıktıklarından etrafı görmemeleri için başlıklarının iki yanından zülüf şeklinde iki örgü sarkıtılmış bu nedenle bu ocağın görevlilerine Zülüflü Baltacılar denilmiştir. Koğuşları Harem’in Arabacılar kapısı yanındadır.

Padişah ve Enderun ağalarının atları ve “raht” denilen koşum takımları “ahır emini” veya “baş imrahor” denilen bir yöneticinin sorumluluğundaydı. Saray’ın II. Avlusunda yer alan Has Ahırlar’ın bir bölümü Raht Hazinesi olarak kullanılmıştır. Birun’un İstabl-ı Amire denilen bu teşkilatında seyisler, padişaha ait atları eğiten serahurlar, eyer ve koşum takımlarını yapan saraçlar ve nalbandlar görev yapardı.

Birun’un en önemli bölümlerinden biri de Matbah-ı Amire denilen Saray mutfaklarıdır. Saray’ın II. Avlusunda yer alan mutfaklarda her gün yüzlerce kişiye, törenlerde ise binlerce kişiye yemek pişirilirdi. 10 bölümden oluşan mutfakların her bölümü Saray’ın farklı bir grubuna hizmet verirdi. Padişahın, valide sultanın, şehzadelerin, Divan üyelerinin, Saray ve Harem’in alt kademe görevlilerinin yemekleri farklı mutfaklarda pişirilirdi. Tatlı, şerbet ve şekerlemeler ise mutfakların helvahane bölümünde yapılırdı. Aşçıbaşı, aşçı ve aşçı yamakları hiyerarşik bir düzen içinde örgütlenmişti. Enderun ağalarından kilercibaşı tarafından yönetilen mutfaklarda, Sultan III. Murad (1574-1595) döneminde 1110, 17.yüzyılın ortalarında 1370 aşçı ve yamağının çalıştığı bilinmektedir. Yemekler çok büyük boyutlu bakır kazanlarda, tencerelerde pişirilir, Saray mekanlarına büyük siniler üzerine yerleştirilen kapaklı bakır sahanlarla taşınırdı. Bu sahanların dışında çeşitli formlardaki Çin porselenleri Saray’da en çok tercih edilen servis kaplarını oluşturuyordu.

Hekimbaşılar, müneccimbaşı, hünkâr imamı, padişahın ava gidişlerini ve doğan, atmaca gibi av hayvanları ile ilgili işleri düzenleyen şikâr (av) ağaları Birun teşkilatının diğer önemli görevlileri arasındadır.

Enderun Halkı

Bab’üs-saade kapısından girilen Enderun’da padişaha ait has oda ve köşklerin yanı sıra Enderun ağalarının koğuş denilen yaşam mekanları da vardır. Bu koğuşlar aynı zamanda buradaki Enderun Mektebi’nin sınıflarını oluşturur. 15. yüzyılın ilk yarısından itibaren devşirme usulü ile devletin askeri teşkilatı olan kapıkulu kadrosunun acemi ocağına alınan iç oğlanlar, önce Türk ailelerin yanına verilerek gelenek, görenek, dil ve Müslümanlığı öğrenirler daha sonra Galata Sarayı gibi hazırlık okullarına gönderilirlerdi. Başarılı ve zeki olanlar titiz bir seçimle Enderun Mektebi’ne alınırdı. Burada Büyük ve Küçük Oda koğuşlarından başlayarak sırayla Seferli, Kilerli, Hazine ve Has Oda koğuşlarında eğitim görürlerdi. Eğitimin yanında koğuşların işlevlerine uygun olarak padişaha hizmet verirlerdi. Devlete yüksek bürokrat ve asker yetiştiren bu mektepte eğitim gören iç oğlanlar, sadrazamlığa kadar yükselebilirler ve belirli bir süreden sonra önemli görevlere getirilerek Saray’dan ayrılırlardı. Katı disiplin içinde Enderun Avlusundaki koğuşlarında yaşayan, eğitim gören ve padişaha hizmet eden iç oğlanlar Saray’a pars (temizlenme) denilen törenle kabul edilirler, ayrılırken “çıkma” denilen törenlerle uğurlanırlardı. Menavino, başarıyla mezun olan oğlanların Has Oda önünde tahtta oturan padişahın elini öptüklerini, padişahın onlara birer hilat, at ve sarık hediye ettiğini ve para verdiğini, daha sonra iç oğlanların zengin kıyafetler içinde Orta Kapı’ya gittiklerini, burada atlarına binip kapıdan çıkarken mendillerinin içinde sakladıkları paraları iç oğlanlara saçtıklarını anlatır. 17. Yüzyılda ise Bobovi bu tören sırasında Mehter çalındığını belirtir. Saray’da kaldıkları süre içinde dış dünyayla bütünüyle ilişkileri kesilen iç oğlanların sayısı 16. yüzyılda 500, 17. yüzyılda 700 kadardı. Günlük programları çok sıkı ve disiplinliydi. Koğuşlarında yatıp kalkar ve çalışırlardı. Sabah namazını koğuşlarında kılarlar, diğer namazları Enderun’daki Ağalar Cami’nde kılarlardı. Akşam ve yatsı namazları arasında diğer koğuşlardakilerle konuşmalarına izin verilirdi. Yatmadan önce yoklama yapılır, odabaşı yat emrini verirdi. Koğuşta gece boyunca kandiller yanardı. Üst düzey oğlanlara kaftanlı, acemilere dolamalı denilirdi. Bobovi dini bayramlarda, askeri zaferlerde iç oğlanlara özgürce dolaşma, konuşma, oyunlar oynama özgürlüğü verildiğini anlatır. İç oğlanlar Enderun avlusundaki büyük hamamda (Seferli koğuşu genişletilirken büyük ölçüde yıkılmış) koğuşlarına göre sırayla yıkanırlardı. Diğer günlerde koğuşlarındaki küçük hamamlarda yıkanırlardı.

Enderun teşkilatı, padişahın mutlak gücünün ve merkezi yönetimin devamını sağlayan bir sistemdi. Hristiyan çocuklardan seçilen iç oğlanlar, devletin yönetici sınıfını oluşturmak üzere yetiştirilen kullardı. Bu sistem Müslüman toprak sahiplerinin, zengin sınıfın güçlenmesi ve devlet yönetimine ortak çıkma olasılığını ortadan kaldırıyordu.

İç oğlanlar, padişahla nadiren karşılaşırlardı. Padişah veya yüksek rütbeli biri geçerken işaret verilir, bu kişi geçene kadar iç oğlanlar koğuşlarına kaçar veya sütunların arkasına saklanırlardı. Başlıklarının iki yanından sarkan saç lülelerinin, Hz Yusuf’un tutsaklık yıllarında uzattığı saç lülelerinden geldiği söylenir. Asla sakal bırakamazlardı. Bu kurala şehzadeler de dahildir.

Mektebin en üst sınıfı olan Has Oda koğuşunun kıdemli ağaları, padişahın her zaman yakınında olan kişilerdi. Has Odalıların en kıdemli ağası olan Has Odabaşı, törenlerde padişahın elbisesini giydirip çıkarır, padişah nereye giderse yanında bulunurdu. Silahdarağa, tören ve alaylarda at üzerinde padişahın kılıcını sağ omuzu üzerinde taşır ve padişahın sağında yürürdü. Aynı zamanda padişaha ait ok ve yayların, zırh takımlarının, değerli taşlarla bezenmiş kılıçların bakımını yapar ve korurdu. Has Oda’nın hemen yanında bu silahların korunduğu mekana silahdar hazinesi denilirdi.

Rütbe olarak üçüncü sırada yer alan çuhadarağa, alaylarda at üzerinde hemen padişahın arkasında yürürdü. En önemli görevlerinden biri de padişaha ait değerli kumaşlardan yapılmış kaftan, kürk, kavuk gibi eşyalarının bakımı ve korunmasıydı. Ayrıca törenlerde bir saltanat sembolü olan matarayı elinde tutardı. Başçuhadar denilen ağa ise, yolculuklarda kırmızı atlas bir kese içinde padişahın çizmelerini taşırdı. Has oda ağalarından rikâbdar ağa, padişahın çizmelerini ve ayakkabılarını giydirir, aynı zamanda bunları korur ve bakımını yapardı. Tören ve alaylarda padişahın yanında bulunur, ata binerken üzengisini tutardı. Padişahın sarıklarının ve çamaşırlarının sorumlusu olan tülbend gulamı da törenlerde padişahın yanında olur ve elinde saltanat sembolü olarak bir sarık tutardı. Bu ağaların her birinin maiyetinde iç oğlanlar vardı. Bunların dışında has odalıların her biri padişah için yapıkları işe göre adlandırılırdı. İbrikçibaşı, kahvecibaşı, tüfenkçibaşı, berberbaşı gibi. Has Odalılar tüm bu işlerin yanı sıra kutsal emanetlerin korunması ve bakımından da sorumlu tutulmuşlardır.

Enderun teşkilatında Has Oda Koğuşu’nun bir alt sınıfı sayılan Hazine Koğuşu ağaları da son derece önemliydi. Hazine-i Hümâyûn denilen padişah hazinesinin korunmasından sorumlu olan koğuşun en yüksek rütbeli ağaları hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedarbaşı her zaman padişahın yanında bulunur, sefere ve ava giderken de padişahla birlikte giderdi. Sarayın sanat ve zanaatkar topluluğu olan Ehl-i Hiref teşkilatı hazinedarbaşının sorumluluğu altında idi. Törenle açılan Hazine-i Hümâyûn’un mührünü hazine kethüdası taşırdı. Padişahlar zaman zaman hazineyi ziyaret eder ve atalarından kalma değerli sanat eserlerini seyrederlerdi.

Kilerli Koğuşu ağaları ve iç oğlanlarının görevi, padişaha ait yemek ve sofra takımlarının bakımı ve korunmasıydı. 17. yüzyılda Sultan IV. Murad tarafından kurulan Seferli Koğuşu ise sefere giderken padişaha ait çamaşırların temizliğini yaparlardı.

Koğuş ağaları, padişahın en küçük bir eyleminde hizmet etmek üzere hazır beklerlerdi. Padişahların yemek yemeleri, su içmeleri, giyinmeleri, traş olmaları küçük seremoniler halinde gerçekleşirdi. Padişahlar Fatih Kânûnnâmesi gereği yemeklerini tek başına yerlerdi. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkaması için ibrikdarbaşı ibrik içinde su getirirdi. Yere işlemeli bir örtü serilir ve üzerine küçük bir masa konurdu. Bunun üzerine de sini denilen büyük bir tepsi yerleştirilirdi. Padişahın yemeği getirilirken çok sayıda kişi hazır bulunurdu. Bunlar padişah mutfağından Has Oda’ya kadar tek sıra halinde dizilir, yemek tabaklarını elden ele geçirerek Has Oda’ya kadar ulaştırırlardı. Bu iş yapılırken büyük bir sessizlik olur, küçücük bir gürültü bile duyulmazdı. Yemekler geldiğinde peşkirağası ekmek ve kapaklı sahanlar içindeki yemekleri siniye koyardı. Kilercibaşı servis yapar, çaşnigar padişahtan önce yemeğin tadına bakardı. Padişaha çok çeşitli yemekler, tatlılar ve şerbetler sunulurdu. Has Oda yemekten sonra içinde güzel kokular olan gülabdan ve buhurdanlarla kokulandırılırdı. Padişah su istediğinde bir has odalı, kilerli koğuşu görevlisine doğru ilerleyip “su” diye bağırır, o da kilercibaşına haber verir ve yerine dönerdi. Bu sırada kilerli görevlisi has odabaşından bahşiş alırdı. Kilercibaşı suyu başının üzerinde taşıyarak murassa (mücevherli) porselen bir fincanla getirilir ve padişaha sunardı.

Harem

Arapça mahrem-haram-dokunulmaz anlamında “harim”’den türemiş olan harem kelimesi, Müslüman ülkelerde mahrem aile yaşantısını tanımlar. Osmanlı sarayında da hanedan ailesinin yaşadığı özel ve………

Bir sonraki bölümde:

Harem

Doğum Şenlikleri/Beşik Alayları

Düğünler

Eğitim

Dini Törenler ve Kutlamalar…

Aysel Çötelioğlu

Paylaş

Yorumlar

E-bülten

Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz