İrfan Baştuğ caddesi no 5/A
Emekli Subaylar Sitesi 34/2 Esentepe
E-bülten
Arada bizden ve belki gezilerimizden haberdar olmak isterseniz
Sahipsizlik!!! Ahh, ne ağır bir kelimedir! Gözle göremezsiniz ama tonlarca yükünün altında ezilirsiniz.
Bahtı kara yaşamının belirsizliği içinde yavaş adımlarla ilerliyordu Vahide. Çocuk denilebilecek yaşta henüz evliliğin ne olduğunu bilmeden kocaya verilmişti. Tıpkı kendi yaş grubundaki diğer kız çocukları gibi. Ne kocası ısınabilmişti ona, ne de o kocasına.
Kırk küsur yıl süren evlilikleri boyunca çocuk sahibi olamamışlardı. Hallice olmalarına rağmen herhangi bir doktora gidip çocuk için uğraşmamışlardı da. Sanki kaderlerine razı, hayat onları nereye sürüklerse onu yaşamayı sessizce ikisi de kabullenmişti.
Vahide, kendi ailesinin en küçüğüydü. O da herkes gibi ana olmak istemişti ama bunu ne kocasına ne de ablalarına söyleyebilmişti. Hoş, sanki kocası kendisini dinleyecekti ya! Yaşadığı çevrede kısır olmanın bedeli kadına yüklendiğinden o da bundan nasibini her fırsatta almış, her zaman bunun ezikliği altında kalmıştı.
Kocası sayesinde kendi evinde kendine yabancı, varlık içinde yokluğu yaşıyordu. Şimdi elli sekiz yaşındaydı. Hiç beklenmedik bir anda kocası kalp krizi geçirmiş, geride hiç bir mal varlığı bırakmadan göçüp gitmişti bu dünyadan. Sahipsizlik içinde yine sahipsiz kalmıştı Vahide. Çocuğu yoktu ki bari en azından ona sığınabilsin; Azrail gelip alana kadar onun yanında taş duvarlar arasında sessizce bekleyebilsin.
Ortada kalmışlığın yalnızlığıyla ruhuna iyi gelen tek şeyi yapmaya çalışıyordu; gözlerini kapatıyor, yarattığı karanlık dünyada onlarca çiçek kokusunun yayıldığı bir bahçe hayal ediyordu. Ciğerlerine derin bir nefes çekerek çiçeklerin kokusunu, aralarında en çok da nergisin kokusunu almaya çalışıyordu. Kötü yaşamının başlangıç noktası olan evliliğine kadarki mutlu hayatını, çocukluğuna dair güzel anılarını anımsatıyordu nergis Vahide’ye. Şehir hayatını henüz tanımıyordu o zamanlar. Büyüklerin akşam sohbetlerinde anlattıkları kadarıyla biliyordu sadece. Gizliden kulak misafiri olarak dinledikleriyle kendi rüyasını görüyor, gelecekte hayal kırıklıkları yaşayacağını bilmeden mutlu bir şehir hayatını düşlüyordu.
Vahide karmakarışık bu ruh hali ile cebelleşirken farklı şehirlerde yaşayan ablalarının kendisi hakkında konuştuklarından bihaberdi. Yaşlı ablaları bu çilekeş kız kardeşlerini başkasına muhtaç etmeyeceklerdi elbette. Kendisinden on yaş büyük, kocasıyla beraber yaşayan büyük ablası telefonda ‘‘ben yanıma alırım’’ diyordu Sivas’ta yaşayan öteki kız kardeşe. Aslında Sivas’a da gidebilirdi ancak orada evin içinde el kızı vardı. Ev hali işte, gelinle yaşanabilecek bir tartışmada her an evin tadı tuzu kaçabilirdi. Haberi olmadan kaderi bir defa daha başkaları tarafından çizilmişti. Sonunda yaşlı ablası ve eniştesinin yanına taşındı Vahide. Küçücük evlerinde ona verebilecekleri ayrı bir odaları yoktu. İçi içini kemiriyor, ablasının evi bile olsa sığıntı gibi yaşamak zoruna gidiyordu. Yeni evine, yeni yaşamına alışmakta zorlanıyordu.
Günler geçtikçe çevreyi tanımaya, ablası ile birlikte komşulara gidip gelmeye başladı. Soğuk bir kış gününde evin zili çaldı, Vahide açtı kapıyı. Alt katta oturan komşunun üniversitede okuyan kızıydı gelen. Elinde bir tabak ile gelmişti. Daha önce hiç görmediği nohut, kurutulmuş patlıcanlar, biberlerin olduğu sulu bir yemek vardı içinde. Kapkara güzel gözleri ile kendisine gülümseyerek bakan kıza ‘‘ilk defa görüyorum, bu yemeğin adı nedir?’’ diye sordu Vahide. ‘‘Tırşığlorik’’ dedi genç kız en sempatik hali ile. ‘‘Bizim oranın yemeğidir teyze. Soğuk kış günlerinde insanın içini ısıtması için özellikle yapılır. Annem gönderdi, eminim çok seveceksiniz’’ dedi.
Bir kahve içmek için içeri davet etti komşu kızını. Kız da acıklı yaşam öyküsünü annesinden duyduğu bu kadını merak ediyor, o da zaten çoktandır tanışmak istiyordu. Hiç itiraz etmeden ‘‘elbette, çok memnun olurum’’ diyerek içeri girdi. Eniştesi evde yoktu. Her akşam yaptığı gibi, çoğunlukla kendisi gibi yaşlıların takıldığı yakındaki kahvehaneye gitmişti. Ablası genç kızı görünce ‘‘hoş gelmişsin, ne zahmet etmişsin’’ dedi ve oturması için sedirin boş yerini gösterdi.
Üstündeki çaydanlıkta su kaynayan, cayır cayır yanan sobanın sıcaklığı pencerelerin buharlaşmasına neden olmuştu. Dışarıda kuru bir ayaz vardı, her an kar yağabilirdi. Yağsa bile buhardan dolayı göremeyeceğini aklından geçirdi kızcağız. Hal hatır sorulduktan ve küçük bir sohbetten sonra tepsi üstünde fincanlar ile mutfaktan içeri girdi Vahide. Keskin bir kakule kokusu odayı sardı. Bir yandan dikkatli bir şekilde fincanlardaki kahveyi dökmemeye çalışırken bir yandan da komşu kızına ” kahveyi yaparken getirdiğin yemeğin tadına baktım. Ne muhteşem bir lezzet! Hem ekşili, hem de acılı. Sanırım sumak da var içinde. Bak, görüyor musun, ismini yine unuttum. Halbuki unutmayayım diye gelene kadar içimden tekrarlayıp durdum” dedi. ”Tırşığlorik” diye tekrarladı gülen gözleriyle komşu kızı. ” Evet, sumak da konuluyor ama genelde herkesin bildiği salata sumağı değil tabii. Suda bekletmeyle ekşisini veren taneli sumağın suyu var içinde” diye karşılık verdi.
Yüzündeki gülümseme miydi, sebebini bilmiyordu ama kendine çok yakın görmüştü genç kızı. Battaniyenin altında, yüzü eskimiş kanepede oturan ablasına da kahve fincanını uzattıktan sonra kızın yanına, sedirin ucuna oturdu.
Kendisi gibi çocuğu olmayan ablası konuşmasına devam ediyordu. O da komşu kızını kendine çok yakın hissetmişti. Laf lafı açtı ve her nedense ablası o anda birden bire içinde kalan çocuk hasretini dile getirmeye başladı. İkisi de büyülenmiş gibi hiç kıpırdamadan ve en küçük bir ses bile çıkarmadan büyük ablayı dinlemeye başladılar. Yeri geldi gece çölde esen rüzgarın sertliğiyle, yeri geldi insanı sakinleştiren müziğin dinginliği ile anlatıverdi büyük abla. Kendisini öyle bir kaptırmıştı ki, farkında olmadan elleriyle alt karın bölgesini tutuyor, içinden geldiği gibi, en doğal haliyle konuşuyordu. Vahide o zaman anladı ki ablasının kaderi de başkaları tarafından çizilmişti ancak yine de yaşlı kocasıyla mutlu bir yaşam sürüyordu. Hayatın acımasız rüzgarı ona da dokunmuş, zamanla mutluluğunun sırtında bir kambur oluşturmuştu. Pek dillendirmediği, içindeki harareti ile bir türlü söndüremediği çocuk özlemi bu kamburu her geçen gün daha da büyütmüş, yaşlı kadının olduğundan daha fazla iki büklüm görünmesine de bu durum sebep olmuştu.
Bu konuda aynı kaderi paylaştığı, benzer şeyler hissettiği ablasını dinledikçe hem şaşırdı hem de üzüldü Vahide. Yıllanmış zaman aralığında karşılıklı oturup da birbirlerine kendilerini ifade edememenin acısını en derin şekilde yüreğinde hissetti. Yaralarına derman olacak kim bilir daha neler vardı anlatıl(a)mayan, paylaşıl(a)mayan… O da bir şeyler ekledi yarım kalmışlığın hüznü ile. Eve eniştesi gelmeseydi daha çok anlatacak, sıralayacaktı söyleyeceklerini bir bir.
Sohbet havasının dağıldığını anlayan genç kız evine gitmek için aniden ayağa kalktı. Az önce bir sırra tanıklık etmenin suskunluğu ile büyük ablanın elini öpmek için eğildi. Yaşlı kadın kızı iyice kendine doğru çekti ve kocasının duyamayacağı bir ses tonuyla ‘‘iyi ki geldin, ne güzel konuştuk, yine gel, yine dertleşelim’’ diye fısıldadı, buruşuk yüzünün umut dolu gözleri. Hoşça kal demek için başını bu defa Vahide’ye çevirdi komşu kızı. Kendisi gittikten sonra daha çok şeyler paylaşılacağını anladı onun yorgun ve bilinmez bakışlarından. Kapı açılıp da soğuk hava yüzüne vurunca, odadaki duygusallığın sıcaklığından uzak içini burkan bir ürperti hissetti bedeninde.
27.01.2018
Yorumlar